deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

“SOSYAL MEDYA” EMPERYALİZMİN HİZMETİNDE

Türkçe’de henüz “bilgisayar” kelimesinin olmadığı 1970’li yıllarda, biri Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) diğeri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) olmak üzere, Türkiye’de sadece 2 (yazıyla iki) adet bulunan ve adına “elektronik beyin” denilen makinelerden bu yana, dijital teknolojilerle yaşayan/çalışan bir insanım. Yarım asrı aşan çalışma hayatımın 40 yıldan fazlasında, bilgisayar teknolojilerini, programlarını ve interneti kullandım ve hâlâ da kullanıyorum. Türkiye’de “internet” kelimesinin bilinmediği 1980’li yıllarda, o zamanki PTT’den, ev telefonlarından “146” kodu çevrilerek ulaşılan ve adına “link” denen sistemle, “modem” adı verilen ara elemanlar üzerinden, elimizdeki (bugüne göre hayli ilkel), RAM’i 256 MB olan ve kısaca “256” diye adlandırdığımız müthiş makinelerle (1985-86), uzaktaki benzer makinelere bağlandığımız günlerden bu yana bilgisayar ve internet kullanan, Türkiye’deki az sayıda insanlardan biriyim. Fizik doktorası yapan bir arkadaşımın doktora tezini yazdığımız ODTÜ’nün elektronik beyin adlı makinesinde, bugünün “flash bellek”lerinin yerine, ne kullandığımızı hatırlayabilecek kimse var mı acaba?   “SOSYAL MEDYA” DENEN BATAKLIKTAN KURTULUŞ YOK! Bugün kısaca “sosyal medya” olarak ifade edilmekte olan Facebook, Instagram, Youtube, TikTok, Telegram, Snapchat, Twitter, Pinterest, LinkedIn vb. gibi platformlardan önce MSN Messenger, ICQ, Skype adlı, karşılıklı canlı chat (sohbet) sitelerini kullananlardan kimler kaldı? Bugünün bilgisayarlarının yakın geçmişteki ataları olan makinelere, henüz elektronik beyin dendiği yıllardan beri aşina olan biri olarak, son 10 yılı aşkın bir zamandır, WhatsApp dışında hiçbir sosyal medya platformunu kullanmıyorum. Buna rağmen, WhatsApp üzerinden maruz kalmakta olduğum gerekli-gereksiz paylaşım bombardımanı beni bunaltıyor, zaman zaman sabrımı taşırıyor ve pek çoğunu gereksiz (ve bazılarını da “zararlı”) olarak gördüğüm, paylaşımlarla baş edemiyorum… Sosyal medya paylaşımlarındaki bilgi kirliliği ve doğru olmayan, oldukça kötü niyetlerle hazırlanmış çoğu iftira ve yalan dolu olan paylaşımların, insanlar tarafından (hiçbir kritik ve değerlendirme yapılmadan) defalarca yeniden paylaşılıyor olması, ülkemiz kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşmasını engellemektedir. İnternetteki sosyal medya platformlarından önce, “konvansiyonel medya (kitaplar, dergiler, gazeteler, televizyonlar ve radyolar) organları”nda yapılan yayınların “doğruluk ve yararlılık” dereceleri hayli yüksekti. Elbette bu medya organlarında, arada yanlış ve zararlı yayınlar da yapılmıyor değildi; ancak, bu tür yayınlar, yapanların meslekî itibarlarını doğrudan etkilediği için pek sık görülmez, yasal bakımdan suç sayılanlar da cezasız kalmazdı. Ne var ki, günümüz sosyal medya platformlarında, doğru ve yararlı paylaşımlara rastlamak, neredeyse “istisna” haline geldi. İnsanların, sosyal medya platformlarında, doğru ve yararlı paylaşım arayışlarının, karanlık bir samanlıkta iğne aramaktan farkı kalmadı, ara ki bulasın!   MENZİL ŞEYHİNİN URFA SEYAHATİ İLE İLGİLİ PAYLAŞIMLAR! Toplumsal bakımdan hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayacak konular, kolaylıkla viral hâle gelebilirken, kamuoyu bakımından, önem ve öncelik dereceleri yüksek meseleler çoğu zaman gözlerden kaçırılıyor ve insanların zihinleri, daha sonraki zamanlarda hatırlanmayacak ve sürekli yenisi ortaya atılmakta olan, son derece önemsiz konularla meşgul ediliyor. Buna, son günlerden bir örnek vermek gerekirse, kısaca “Menzil” adıyla bilinen din ticareti merkezinin üç patronundan birinin, geçtiğimiz günlerde Urfa’ya gidişinde yaşanan izdihamla ilgili paylaşımlar, karakteristik bir örnek teşkil ediyor… Allah, sosyal medya meraklılarına kolaylık versin… Gerek iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve gerekse sosyal medya platformlarının yaygınlaşması sebebiyle, kamuoyu gündemi, hiçbir konu üzerinde derinlemesine düşünmeye ve analiz etmeye imkan bulunamayacak derecede hızla değiş(tiril)iyor… Bilhassa geri kalmış ülkelerde, konvansiyonel medya organlarını ve sosyal medya platformlarını elinde bulunduran emperyalist güç merkezlerinin yereldeki işbirlikçileri, ülke kamuoylarını, çıkarları ve amaçları doğrultusunda kolaylıkla manipüle edebilmektedirler. Aslında, “ulusal irade”nin çok önemli tecelli etme zemini olan kamuoyunu etkileme gücünde olanlar, bilhassa geri kalmış ülkelerde, toplumları sömürme konusunda büyük bir imkana sahip bulunuyorlar. Bununla ilgili videolar ve çeşitli paylaşımlar, bana bile, WhasApp’tan en az 50 kez gönderildi; gönderenlere telefon açıp, “Bunu bana neden gönderdin?” diye sorduğumda, “Abi, ilgini çeker diye düşündüm.” diyorlar. Dini, yıllardır dünyevî çıkarları için kullanan, cahil insanları alabildiğine istismar ederek, ma-aile saltanat yaşamakta olan aşağılık birinin, Menzil (Kâhta, Adıyaman) köyünden çıkıp, 163 km güneydoğusundaki Urfa’ya gitmiş olmasından bana ne, kime ne Allah aşkına? Günlerdir paylaşılmakta olan o videolardaki manzara, ülkemiz ve milletimiz adına utanç verici ve içler acısıdır. Günde kılınan beş vakit namazda, her gün 40 kez okunan Fatiha suresinde yer alan, “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz. (اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ)” âyeti, nasıl bu derece göz ardı edilir? Videolarda görülen, akıl almayacak izdihamlara sebep olan o sürüler içinde, Kur’an-ı Kerîm’de defalarca tekrar edilmekte olan bu ve benzeri âyetleri akla getiren hiç mi kimse yok da, kerameti kendinden menkul, cahil bir adamdan medet umuyor bu insanlar?   MÜSLÜMAN ÜLKELERİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ Cenab-ı Allah, insanlar İslam dininin ne olduğunu öğrensinler diye bir kitap (Kur’an-ı Kerîm) ve bu kitapta yer alan hususları insanlara anlatsın ve göstersin diye de, Hz. Muhammed’i (s.a.v.), peygamber olarak gönderiyor; ancak, insanlar sure ve ayetlerde ne söylendiğini anlamadan ve indirilen ilk âyeti “ikra’ (اِقْرَأْ)” olan Kur’an-ı Kerîm’de anlatılanları zerre merak etmeden yaptıkları nağmeli tilavet ve hatimlerle cennet yolculuğuna çıktıklarına inanıyorlar! Tabii, bu arada, tüm yeryüzünü etkisi altına alan bilime, teknolojiye ve sanata zerre katkı yapmayan  (1,8 milyar nüfus ve 57 devletle) sözde Müslümanlar, “materyalist” diye, güya eleştirmekte oldukları batı medeniyetinin bir nevî esirleri olarak yaşıyorlar. Bugün, “gelişmemiş ülke ve geri kalmış toplum” denildiğinde, Afrika’daki ilkel kabilelerden sonra ilk akla gelenler, Müslüman denen ülkeler ve toplumlardır. Dahası, Müslüman denen ülkelerin, günümüz dünyasında, kan ve gözyaşının en fazla aktığı toplumlar olmasıdır. Bu tablo, sözde “Müslümanım diyen”leri zerre rahatsız etmezken, gerçekten “Müslüman olan”lar için, son derece acı verici ve üzüntü kaynağıdır. Ne yazıktır ki, batı medeniyetinin ortaya koyduğu ve bu medeniyetin hakim olduğu tüm ülkelerde revaçta olan “demokrasi”, tamamı gelişmemiş olan sözde İslam ülkelerindeki siyasi despotizmin yegane temelidir. Bu ülkelerdeki siyaset baronları, toplumda yaygın olan “kolektif cehalet”e yatırım yaparak ve o cehaleti örgütleyip yücelterek iktidarlarını sürdürmektedirler. Bu arada, başta Türkiye olmak üzere, bu sözde İslam ülkelerinin en üst makamlarını işgal etmekte olan insanların, adeta birbirleri ile yarış halindeki cehaletleri ise ayrı bir faciadır. Kayda değer hiçbir eğitimi olmayan, ömründe tek bir kitap okumadığını övünerek anlatan adam, 23 yıldır (hem tüm devlet kurumlarını ve hem de kendi parti teşkilatını devre dışına atarak) Türkiye’nin yönetimini tek başına elinde tutabiliyor. Elbette bu konuda, emperyalist dış güçlerin desteklerini de göz ardı etmemek gerekiyor; ancak, adamın saltanatının dayandığı asıl temel, ülke halkının en cahil ve geri kalmış kesimleridir. Siyaset sahnesine çıktığı günden bu yana, kameralar önünde söylediği yalanlar ve kendisiyle çelişkili ifadeleri toplansa, on binlerce sayfalık dev bir külliyat ortaya çıkar; ama bu durum, ilginç bir şekilde, halkın, onu iktidarda tutan kesimlerinin zerre umurlarında değil…   KİŞİSEL ZAAFLARA DAYANAN ŞANTAJIN BEDELİNİ KİM ÖDÜYOR? Çok daha vahim olan şey ise, malvarlığındaki, meşru ölçülerle izah edilemeyen aşırı artış sebebiyle, Erdoğan’ın, şahsen emperyalist güç merkezlerinin, hukukî soruşturma tehditlerine maruz bulunmasıdır. Şahsına ve ailesine yönelik bu tehditler dolayısı ile, söz konusu ülkelere, “Türkiye Cumhuriyeti adına ne gibi tavizlerin verilmekte olduğu” ve bu tavizlerin, cahil halkın gözünden hangi söylemlerle kaçırıldığı da ayrı bir araştırma konusudur. Örneğin, en başından bu yana, her şeyin Kürtler ve İsrail lehine gelişmekte olduğu, Suriye meselesinde halkımıza anlatılmakta olan ve hiçbir aslı astarı bulunmayan hayali başarı ve zafer masallarının arkasındaki gerçekler nelerdir? Suriye’de, 5,5 milyon nüfusları ile, Araplardan sonra en büyük çoğunluğa sahip olan Türkmenlerin adları bile anılmıyor; ama, çoğu oraya Irak’ın kuzeyinden (ve Kandil’den) taşınan ve “Suriye PKK’sı”nı oluşturan 1,5 milyon Kürt, dillerden düşürülmüyor! Görünen ve anlaşılan o ki, İsrail’in güvenliği için Suriye’yi yeni baştan dizayn etmekte olan ve bu dizaynın neredeyse tüm (kan, can ve maddi) bedelini Türkiye’ye ödetenler için, 1,5 milyon Kürt insan, ama, 5,5 milyon Türkmen insan değil!.. Osmanlı Devleti’nden, tümüyle viran olmuş bir ülke ve okuma-yazma oranı %1,5 olan perişan bir nüfus devralan Cumhuriyet’in 80 yıllık kazanımları, “özelleştirme” adı altında satılırken sesini çıkarmayan bu millet, son 20 yıldır ülke toprakları satılıyor ve buna da hiçbir tepki göstermiyor! Sanki, satılan kendi ülkesinin toprakları değilmiş gibi, cehaletten kaynaklanan siyasi yobazlıkla, dedelerimizin kan ve canlarını ortaya koyarak kazandıkları ülke topraklarını satanları 23 yıldır baş tacı ediyor!..   SINIR EMNİYETİMİZİ SAĞLAYAN MAYINLAR NEDEN TEMİZLENDİ? 2011 yılında, iki ülke arasındaki sınırda mayınların temizlenmesinden sonra Suriye’de iç karışıklıklar ve oradan Türkiye’ye sürüler halinde nüfus akını başlamıştır. 2024 yılında da, Türkiye-Ermenistan sınırındaki mayınların temizlendiği açıklandı. Suriye sınırındaki mayınların neden temizlendiği, aradan geçen 14 yıl sonra anlaşıldı; peki, Ermenistan sınırındaki mayınların temizlenmesinin asıl sebebi ne, bilen var mı? Bu konuda, halka doğru bilgi vermek istemeyen yetkililer, diğer 163 ülke ile birlikte Türkiye’nin de 2003 yılında imzaladığı Ottawa Sözleşmesi’ni “gerekçe” olarak gösteriyorlar. Birleşmiş Milletler (BM) Teşkilatı tarafından, yazımına 19 Ekim 1997 tarihinde başlanan ve bir buçuk ay sonra, 03 Aralık’ta imzalanmasına başlanan, Ottawa Sözleşmesi’ni (Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme) Türkiye 2003 yılında imzaladı. Bununla ilgili yasa, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından, 12 Mart 2003 tarihinde kabul edilerek, Bakanlar Kurulunun 28 Mart 2003 ve 2003/5427 Sayılı Kararı ile (yaklaşık bir yıl sonra), 01 Mart 2004’te yürürlüğe girdi. Aralarında ABD, Rusya ve İsrail gibi devletlerin bulunduğu elliyi aşkın devletin imzalamadığı Ottawa Sözleşmesi’nin imzalanmasında, Türkiye’nin çıkarının ne olduğu ise anlaşılmış değildir. Bu sözleşme ile Türkiye sınırlarının adeta yol geçen hanına döndüğü, yaklaşık 15 yıldır yaşanmakta olan Suriyeli ve Afganlı akınlarında gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşin en ilginç ve komik tarafı ise, ülkeye yasadışı ve izinsiz girişleri engellemeyen Türkiye’nin, aynı şekilde ülkeyi terk etmeye çalışanları engellemek için, insanüstü bir gayret sarf etmesidir! Peki neden?   ------------------- 05 Mayıs 2025
Ekleme Tarihi: 05 May 2025 - Monday

“SOSYAL MEDYA” EMPERYALİZMİN HİZMETİNDE

Türkçe’de henüz “bilgisayar” kelimesinin olmadığı 1970’li yıllarda, biri Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) diğeri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) olmak üzere, Türkiye’de sadece 2 (yazıyla iki) adet bulunan ve adına “elektronik beyin” denilen makinelerden bu yana, dijital teknolojilerle yaşayan/çalışan bir insanım. Yarım asrı aşan çalışma hayatımın 40 yıldan fazlasında, bilgisayar teknolojilerini, programlarını ve interneti kullandım ve hâlâ da kullanıyorum.

Türkiye’de “internet” kelimesinin bilinmediği 1980’li yıllarda, o zamanki PTT’den, ev telefonlarından “146” kodu çevrilerek ulaşılan ve adına “link” denen sistemle, “modem” adı verilen ara elemanlar üzerinden, elimizdeki (bugüne göre hayli ilkel), RAM’i 256 MB olan ve kısaca “256” diye adlandırdığımız müthiş makinelerle (1985-86), uzaktaki benzer makinelere bağlandığımız günlerden bu yana bilgisayar ve internet kullanan, Türkiye’deki az sayıda insanlardan biriyim. Fizik doktorası yapan bir arkadaşımın doktora tezini yazdığımız ODTÜ’nün elektronik beyin adlı makinesinde, bugünün “flash bellek”lerinin yerine, ne kullandığımızı hatırlayabilecek kimse var mı acaba?

 

“SOSYAL MEDYA” DENEN BATAKLIKTAN KURTULUŞ YOK!

Bugün kısaca “sosyal medya” olarak ifade edilmekte olan Facebook, Instagram, Youtube, TikTok, Telegram, Snapchat, Twitter, Pinterest, LinkedIn vb. gibi platformlardan önce MSN Messenger, ICQ, Skype adlı, karşılıklı canlı chat (sohbet) sitelerini kullananlardan kimler kaldı? Bugünün bilgisayarlarının yakın geçmişteki ataları olan makinelere, henüz elektronik beyin dendiği yıllardan beri aşina olan biri olarak, son 10 yılı aşkın bir zamandır, WhatsApp dışında hiçbir sosyal medya platformunu kullanmıyorum. Buna rağmen, WhatsApp üzerinden maruz kalmakta olduğum gerekli-gereksiz paylaşım bombardımanı beni bunaltıyor, zaman zaman sabrımı taşırıyor ve pek çoğunu gereksiz (ve bazılarını da “zararlı”) olarak gördüğüm, paylaşımlarla baş edemiyorum…

Sosyal medya paylaşımlarındaki bilgi kirliliği ve doğru olmayan, oldukça kötü niyetlerle hazırlanmış çoğu iftira ve yalan dolu olan paylaşımların, insanlar tarafından (hiçbir kritik ve değerlendirme yapılmadan) defalarca yeniden paylaşılıyor olması, ülkemiz kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşmasını engellemektedir. İnternetteki sosyal medya platformlarından önce, “konvansiyonel medya (kitaplar, dergiler, gazeteler, televizyonlar ve radyolar) organları”nda yapılan yayınların “doğruluk ve yararlılık” dereceleri hayli yüksekti. Elbette bu medya organlarında, arada yanlış ve zararlı yayınlar da yapılmıyor değildi; ancak, bu tür yayınlar, yapanların meslekî itibarlarını doğrudan etkilediği için pek sık görülmez, yasal bakımdan suç sayılanlar da cezasız kalmazdı. Ne var ki, günümüz sosyal medya platformlarında, doğru ve yararlı paylaşımlara rastlamak, neredeyse “istisna” haline geldi. İnsanların, sosyal medya platformlarında, doğru ve yararlı paylaşım arayışlarının, karanlık bir samanlıkta iğne aramaktan farkı kalmadı, ara ki bulasın!

 

MENZİL ŞEYHİNİN URFA SEYAHATİ İLE İLGİLİ PAYLAŞIMLAR!

Toplumsal bakımdan hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayacak konular, kolaylıkla viral hâle gelebilirken, kamuoyu bakımından, önem ve öncelik dereceleri yüksek meseleler çoğu zaman gözlerden kaçırılıyor ve insanların zihinleri, daha sonraki zamanlarda hatırlanmayacak ve sürekli yenisi ortaya atılmakta olan, son derece önemsiz konularla meşgul ediliyor. Buna, son günlerden bir örnek vermek gerekirse, kısaca “Menzil” adıyla bilinen din ticareti merkezinin üç patronundan birinin, geçtiğimiz günlerde Urfa’ya gidişinde yaşanan izdihamla ilgili paylaşımlar, karakteristik bir örnek teşkil ediyor… Allah, sosyal medya meraklılarına kolaylık versin…

Gerek iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve gerekse sosyal medya platformlarının yaygınlaşması sebebiyle, kamuoyu gündemi, hiçbir konu üzerinde derinlemesine düşünmeye ve analiz etmeye imkan bulunamayacak derecede hızla değiş(tiril)iyor… Bilhassa geri kalmış ülkelerde, konvansiyonel medya organlarını ve sosyal medya platformlarını elinde bulunduran emperyalist güç merkezlerinin yereldeki işbirlikçileri, ülke kamuoylarını, çıkarları ve amaçları doğrultusunda kolaylıkla manipüle edebilmektedirler. Aslında, “ulusal irade”nin çok önemli tecelli etme zemini olan kamuoyunu etkileme gücünde olanlar, bilhassa geri kalmış ülkelerde, toplumları sömürme konusunda büyük bir imkana sahip bulunuyorlar.

Bununla ilgili videolar ve çeşitli paylaşımlar, bana bile, WhasApp’tan en az 50 kez gönderildi; gönderenlere telefon açıp, “Bunu bana neden gönderdin?” diye sorduğumda, “Abi, ilgini çeker diye düşündüm.” diyorlar. Dini, yıllardır dünyevî çıkarları için kullanan, cahil insanları alabildiğine istismar ederek, ma-aile saltanat yaşamakta olan aşağılık birinin, Menzil (Kâhta, Adıyaman) köyünden çıkıp, 163 km güneydoğusundaki Urfa’ya gitmiş olmasından bana ne, kime ne Allah aşkına?

Günlerdir paylaşılmakta olan o videolardaki manzara, ülkemiz ve milletimiz adına utanç verici ve içler acısıdır. Günde kılınan beş vakit namazda, her gün 40 kez okunan Fatiha suresinde yer alan, “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz. (اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ)” âyeti, nasıl bu derece göz ardı edilir? Videolarda görülen, akıl almayacak izdihamlara sebep olan o sürüler içinde, Kur’an-ı Kerîm’de defalarca tekrar edilmekte olan bu ve benzeri âyetleri akla getiren hiç mi kimse yok da, kerameti kendinden menkul, cahil bir adamdan medet umuyor bu insanlar?

 

MÜSLÜMAN ÜLKELERİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ

Cenab-ı Allah, insanlar İslam dininin ne olduğunu öğrensinler diye bir kitap (Kur’an-ı Kerîm) ve bu kitapta yer alan hususları insanlara anlatsın ve göstersin diye de, Hz. Muhammed’i (s.a.v.), peygamber olarak gönderiyor; ancak, insanlar sure ve ayetlerde ne söylendiğini anlamadan ve indirilen ilk âyeti “ikra’ (اِقْرَأْ)” olan Kur’an-ı Kerîm’de anlatılanları zerre merak etmeden yaptıkları nağmeli tilavet ve hatimlerle cennet yolculuğuna çıktıklarına inanıyorlar! Tabii, bu arada, tüm yeryüzünü etkisi altına alan bilime, teknolojiye ve sanata zerre katkı yapmayan  (1,8 milyar nüfus ve 57 devletle) sözde Müslümanlar, “materyalist” diye, güya eleştirmekte oldukları batı medeniyetinin bir nevî esirleri olarak yaşıyorlar. Bugün, “gelişmemiş ülke ve geri kalmış toplum” denildiğinde, Afrika’daki ilkel kabilelerden sonra ilk akla gelenler, Müslüman denen ülkeler ve toplumlardır. Dahası, Müslüman denen ülkelerin, günümüz dünyasında, kan ve gözyaşının en fazla aktığı toplumlar olmasıdır. Bu tablo, sözde “Müslümanım diyen”leri zerre rahatsız etmezken, gerçekten “Müslüman olan”lar için, son derece acı verici ve üzüntü kaynağıdır.

Ne yazıktır ki, batı medeniyetinin ortaya koyduğu ve bu medeniyetin hakim olduğu tüm ülkelerde revaçta olan “demokrasi”, tamamı gelişmemiş olan sözde İslam ülkelerindeki siyasi despotizmin yegane temelidir. Bu ülkelerdeki siyaset baronları, toplumda yaygın olan “kolektif cehalet”e yatırım yaparak ve o cehaleti örgütleyip yücelterek iktidarlarını sürdürmektedirler.

Bu arada, başta Türkiye olmak üzere, bu sözde İslam ülkelerinin en üst makamlarını işgal etmekte olan insanların, adeta birbirleri ile yarış halindeki cehaletleri ise ayrı bir faciadır. Kayda değer hiçbir eğitimi olmayan, ömründe tek bir kitap okumadığını övünerek anlatan adam, 23 yıldır (hem tüm devlet kurumlarını ve hem de kendi parti teşkilatını devre dışına atarak) Türkiye’nin yönetimini tek başına elinde tutabiliyor. Elbette bu konuda, emperyalist dış güçlerin desteklerini de göz ardı etmemek gerekiyor; ancak, adamın saltanatının dayandığı asıl temel, ülke halkının en cahil ve geri kalmış kesimleridir. Siyaset sahnesine çıktığı günden bu yana, kameralar önünde söylediği yalanlar ve kendisiyle çelişkili ifadeleri toplansa, on binlerce sayfalık dev bir külliyat ortaya çıkar; ama bu durum, ilginç bir şekilde, halkın, onu iktidarda tutan kesimlerinin zerre umurlarında değil…

 

KİŞİSEL ZAAFLARA DAYANAN ŞANTAJIN BEDELİNİ KİM ÖDÜYOR?

Çok daha vahim olan şey ise, malvarlığındaki, meşru ölçülerle izah edilemeyen aşırı artış sebebiyle, Erdoğan’ın, şahsen emperyalist güç merkezlerinin, hukukî soruşturma tehditlerine maruz bulunmasıdır. Şahsına ve ailesine yönelik bu tehditler dolayısı ile, söz konusu ülkelere, “Türkiye Cumhuriyeti adına ne gibi tavizlerin verilmekte olduğu” ve bu tavizlerin, cahil halkın gözünden hangi söylemlerle kaçırıldığı da ayrı bir araştırma konusudur. Örneğin, en başından bu yana, her şeyin Kürtler ve İsrail lehine gelişmekte olduğu, Suriye meselesinde halkımıza anlatılmakta olan ve hiçbir aslı astarı bulunmayan hayali başarı ve zafer masallarının arkasındaki gerçekler nelerdir? Suriye’de, 5,5 milyon nüfusları ile, Araplardan sonra en büyük çoğunluğa sahip olan Türkmenlerin adları bile anılmıyor; ama, çoğu oraya Irak’ın kuzeyinden (ve Kandil’den) taşınan ve “Suriye PKK’sı”nı oluşturan 1,5 milyon Kürt, dillerden düşürülmüyor! Görünen ve anlaşılan o ki, İsrail’in güvenliği için Suriye’yi yeni baştan dizayn etmekte olan ve bu dizaynın neredeyse tüm (kan, can ve maddi) bedelini Türkiye’ye ödetenler için, 1,5 milyon Kürt insan, ama, 5,5 milyon Türkmen insan değil!..

Osmanlı Devleti’nden, tümüyle viran olmuş bir ülke ve okuma-yazma oranı %1,5 olan perişan bir nüfus devralan Cumhuriyet’in 80 yıllık kazanımları, “özelleştirme” adı altında satılırken sesini çıkarmayan bu millet, son 20 yıldır ülke toprakları satılıyor ve buna da hiçbir tepki göstermiyor! Sanki, satılan kendi ülkesinin toprakları değilmiş gibi, cehaletten kaynaklanan siyasi yobazlıkla, dedelerimizin kan ve canlarını ortaya koyarak kazandıkları ülke topraklarını satanları 23 yıldır baş tacı ediyor!..

 

SINIR EMNİYETİMİZİ SAĞLAYAN MAYINLAR NEDEN TEMİZLENDİ?

2011 yılında, iki ülke arasındaki sınırda mayınların temizlenmesinden sonra Suriye’de iç karışıklıklar ve oradan Türkiye’ye sürüler halinde nüfus akını başlamıştır. 2024 yılında da, Türkiye-Ermenistan sınırındaki mayınların temizlendiği açıklandı. Suriye sınırındaki mayınların neden temizlendiği, aradan geçen 14 yıl sonra anlaşıldı; peki, Ermenistan sınırındaki mayınların temizlenmesinin asıl sebebi ne, bilen var mı? Bu konuda, halka doğru bilgi vermek istemeyen yetkililer, diğer 163 ülke ile birlikte Türkiye’nin de 2003 yılında imzaladığı Ottawa Sözleşmesi’ni “gerekçe” olarak gösteriyorlar.

Birleşmiş Milletler (BM) Teşkilatı tarafından, yazımına 19 Ekim 1997 tarihinde başlanan ve bir buçuk ay sonra, 03 Aralık’ta imzalanmasına başlanan, Ottawa Sözleşmesi’ni (Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme) Türkiye 2003 yılında imzaladı. Bununla ilgili yasa, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından, 12 Mart 2003 tarihinde kabul edilerek, Bakanlar Kurulunun 28 Mart 2003 ve 2003/5427 Sayılı Kararı ile (yaklaşık bir yıl sonra), 01 Mart 2004’te yürürlüğe girdi.

Aralarında ABD, Rusya ve İsrail gibi devletlerin bulunduğu elliyi aşkın devletin imzalamadığı Ottawa Sözleşmesi’nin imzalanmasında, Türkiye’nin çıkarının ne olduğu ise anlaşılmış değildir. Bu sözleşme ile Türkiye sınırlarının adeta yol geçen hanına döndüğü, yaklaşık 15 yıldır yaşanmakta olan Suriyeli ve Afganlı akınlarında gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşin en ilginç ve komik tarafı ise, ülkeye yasadışı ve izinsiz girişleri engellemeyen Türkiye’nin, aynı şekilde ülkeyi terk etmeye çalışanları engellemek için, insanüstü bir gayret sarf etmesidir! Peki neden?

 

-------------------

05 Mayıs 2025

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.