Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

CAHİL TOPLUMLAR, İRADELERİNE SAHİP ÇIKAMAZLAR!

Hatırlanacağı üzere, geçen haftaki “‘İfrâttan Tefrîte’ değil, ‘İslamdan Tefkîre’” başlıklı yazımızın girişinde, tüm toplumsal hastalıkların, asıl ve tek kaynağının “toplumsal yaygın cehalet” olduğuna işaret etmiş ve cehaletten kaynaklanan kötülükler arasında ilk üç sırayı, “adaletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm”ün aldığını ifade etmiştik. Bu yazımızda, Filistin’de yaşanmakta olan saldırılar bağlamında, Müslüman oldukları iddia edilen, ancak İslam diniyle alakalı, neredeyse hiçbir özellikleri bulunmayan toplumlardaki, cehaletten kaynaklanan, önemli zaaflardan biri olan “milli iradelerine sahip çıkamama” konusu üzerinde durmak istiyoruz. İnsanlar arasında meydana gelen tüm kötülüklerin asıl kaynağı olan “cehalet”, başta “irade zafiyeti” olmak üzere, gerek bireysel ve gerekse toplumsal ölçekteki insanî zaafların da başlıca sebebidir. İslam dini, her ne kadar akla ve bilime çok büyük önem veriyor ise de, tüm yaşamlarını dogmatik dini inanışlar üzerine kurmuş olan Müslümanların, neredeyse yüzyıllardır akılla, dolayısı ile de bilimle hiçbir ilişkileri yok gibidir.   BİLİMDEN UZAK, DOGMATİK İNANIŞLARA DAYALI YAŞAM! Bilgiden ve bilimden uzak yaşam şekilleriyle Müslümanlar, “bilimsel bilgi”ye değil, sadece dogmatik “dîni inançlara” dayalı yaşıyorlar. Bilim, hemen her konuda “şüphe etmeyi” ve “sorgulama”yı gerektiriyorken, dogmatik inanışlar, hiçbir konuda şüphe etmeye, dolayısı ile de sorgulamaya asla izin vermez! İslam’a göre değil ama, “günümüz Müslümanlarının iman anlayışları”na göre, sadece dinî konularda değil, başta bilimsel konular olmak üzere, hayatın tümüyle ilgili olarak da, şüphe ve sorgulama kesin ve katı bir şekilde yasaktır. Bu durumda, zaten her şey dinde söylendiğinden ve onun dışında hiçbir şey doğru, gerçek ve faydalı olarak da kabul edilemeyeceğinden, Müslüman toplumlarda, “gelişme ve ilerleme” anlamında, kendilerinden kaynaklanan değişim süreçlerinden de söz edilemez. Ne var ki, kendileri dışındaki dünyada meydana gelen değişimler, kaçınılmaz olarak Müslümanları da etkilemektedir. Kendileri, gelişmenin ve ilerlemenin yaratıcıları olmadıklarından, güya rakip, muhalif ya da düşman oldukları toplumların, insanların hayatına kattıkları icatlardan ve buluşlardan kaynaklanan değişimin etkileriyle sürüklenirler ki, bu konuda başka hiçbir şansları da yoktur! Çünkü, dünyada meydana gelmekte olan değişimleri, zamanında ve yeterince algılayamazlar, karşı karşıya bulundukları yenilikleri yeterince kavrayamazlar ve maruz kaldıkları değişimle ilgili olarak, kendilerine mahsus tavır ve davranışlar da geliştiremezler.   MÜSLÜMANLAR BATILILARI ELEŞTİRİR AMA… Sürekli olarak Müslüman olmayan toplumları sözde eleştirirler ve reddederler; ancak, kendilerine mahsus olduğunu iddia ettikleri yaşam biçimlerini ve kültürlerini de sürdüremez, gerek sosyal ve gerekse teknik konularda, gayri Müslimlerin icatlarına göre yaşamaktan kurtulamazlar. İmparator Meiji’nin (Hüküm Dönemi: 1867-1912), Japonya’da başlattığı yenileşme süreci, kesintisiz bir şekilde günümüze kadar devam ediyorken, Osmanlı Devleti’nin çok daha önce başlatmış olduğu yenileşme teşebbüsleri, toplum tarafından desteklenmediğinden, medrese, tarikat vb. adlar altında örgütlenmiş olan fanatik dinciler tarafından (şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemler kullanılarak), her seferinde akamete uğratılmıştır. En son, 1923’te Atatürk tarafından başlatılan reformlar da, ancak 27 yıl devam edebilmiş, 1950’de Demokrat Parti (DP)’nin iktidara getirilmesi ile başlatılan “karşı devrim”, 70 yıl sonra bugün zaferini ilan etmiştir. Osmanlı Devleti, 17. yüzyıl sonlarına kadar, üç kıtaya (Asya, Avrupa ve Afrika) hükmeden, “dünyanın en büyük siyasî ve askerî gücü”yken, 18. yüzyıldan itibaren (art arda savaşlarda aldıkları yenilgilerin etkisiyle), Osmanlı sarayı başta olmak üzere, bürokrasi ve aydınlar, İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya gibi dönemin güçlü ülkeleri için, “düvel-i muazzama (büyük devletler)” tabirini kullanmaya başlamışlardır. Nitekim, bugün de biz, güçleri dünyayı etkileyebilen büyük devletler için “süper güçler” tabirini kullanıyoruz.   “İSLAM AYDINLANMASI” DÖNEMİ YETERİNCE İNCELENMEMİŞTİR! 8. ve 12. yüzyıllar arasındaki yaklaşık 350 yıllık dönem “İslam Aydınlanması” olarak adlandırılmaktadır. Ne var ki, İslam tarihinin o dönemi yeterince araştırılmamış ve incelenememiştir. Çağımızın Müslüman toplumları, o dönemde kendi içlerinden yetişen, Câbir ibn-i Hayyan (721-815), Farabî (870-950), İbn-i Heysem (965-1040), el-Bîrûni (973-1048), İbn-i Sîna (980-1037) vb. gibi dünya çapındaki bilim adamlarını, yine batılı ülkelerin araştırmalarından öğrendiler. Peki, bunlar (ve daha pek çokları) o dönemde nasıl yetiştiler ve 12. yüzyıldan sonra, İslam dünyasında neden benzerleri hâlâ yetişmiyor? 17. yüzyıl sonlarına kadar, Avrupa ülkelerinin toplumsal ve siyasal geri kalmışlığından istifade, üç kıtaya hükmeden Müslümanlar, batılı ülkelerdeki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında, 18. yüzyıldan itibaren hemen her konuda, sürekli olarak yenilmektedirler. Hayatlarını inançlarına göre şekillendiren Müslüman toplumlar, batılı ülkelerle rekabet edebilecek düzeyde güçlü nesiller yetiştirememektedirler. Çünkü, akılla ve bilimle alakaları yoktur! Bugün İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 devlet içinde, bir tek Türkiye (tüm diğerlerinden açık arayla), çok daha ileride bir ülkedir. Bunu sağlayan ise, “Kuva-yı Milliye” dediğimiz aydınlanma, direnme ve mücadele ruhudur. Ne yazık ki, Türk toplumu, bu ruhu kaybedeli çok uzun zaman oldu ve bugün yeniden, Osmanlı Devleti için “hasta adam” ifadesinin kullanıldığı dönemde olduğu gibi, “geri kalmış ülkeler ligi”ne düşürüldü.   İSLAM ÜLKELERİ, FİLİSTİN’DE YANAN ATEŞİ SÖNDÜREBİLİR Mİ? 07 Ekim Cumartesi gününden bu yana Filistin’de (hangi akla hizmet olduğu anlaşılamayan), Hamas adlı terör örgütünün ateşlediği bir cehennem yaşanıyor. Günlerdir yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve hatta kundaktaki bebekler, İsrail tarafından acımasızca öldürülüyor. Ne yazık ki, birkaç istisna dışında, neredeyse tüm dünya İsrail’e destek veriyor. Filistin halkı için ise, Rusya dışında kılını kıpırdatan yok! Rusya, ateşkesin sağlanması için BM Güvenlik Konseyi’ni geçtiğimiz günlerde toplantıya çağırdı, ancak netice alamadı! Peki, sözde İslam ülkeleri denen devletlerden neden ses yok! Bir tek Türkiye, 3 uçak dolusu insani yardım malzemesi gönderdi, hepsi bu! O 57 ülke (böyle bir konuda bile), BM’de birlikte hareket edebilecek kabiliyete sahip değiller. Halbuki, birlikte hareket edebilseler, BM içinde 57 ülke, hiç de azımsanacak bir sayı değil!.. Peki sözde İslam ülkeleri denen bu devletler, neden birlik olamazlar ve ortak hareket edemezler? Edemezler, çünkü, tüm bu devletleri idare eden kadroların ipleri, tümüyle, aslında batılı ülkelerin (ya da güçlerin) ellerindedir. Peki, neden böyledir? İşte bunun sebebi, o Müslüman denen toplumlara hakim olan yaygın cehalettir.   CAHİLTOPLUMLAR, İDARECİLERİNİ KENDİLERİ BELİRLEYEMEZ! Cahil toplumların idarecileri daima, “dış güçler (ileri toplumların idarecileri ve köklü kuruluşları)” tarafından, ya da onların etkileri doğrultusunda belirlenir. Çünkü, cahil toplumlar, kendi iradelerine sahip çıkamazlar ve iradelerini ortaya koyamazlar; başta “milli egemenlik” olmak üzere, en doğal haklarına bile sahip çıkamazlar. Yani, İslam ülkelerinin cahil toplumları, kendi devletlerinin yöneticilerini, kendi başlarına belirleyemezler; onlar üzerinde, kayda değer hiçbir etkileri de olamaz. Bu nedenle, Filistin halkı bugün sahipsiz kalıyor ve sırtlarını dış güçlere dayamış olan birtakım terör örgütlerinin istismarlarından kurtulamıyor. Elbette, tüm Müslümanların kalpleri Filistinliler için çarpıyor. Ama bu durum, İslam ülkelerini yönetenleri bir araya getirme yönünde hiçbir etki yaratmıyor ve İsrail’e karşı ortak bir tavır almalarını sağlayamıyor. Çünkü, o ülkelerin cahil toplumları, kendi iradelerine sahip çıkamıyorlar ve iradelerini toplumsal düzenlerine ve devletlerinin işleyişlerine yansıtamıyorlar. Bu konuda ciddi derecede yetersiz ve zaaf içindedirler.   İSRAİL, BU OLAYLARDAN SONRA DA İLERLEMEYE DEVAM EDECEKTİR! İsrail, 1948 yılından bu yana, her çatışmadan sonra olduğu gibi, bu çatışmadan sonra da, ilerleyecek ve Filistinliler kaybetmeye devam edecektir. Çünkü, Filistinlilerin arkasında, İsrail’i desteklemekte olan güçlerle baş edebilecek güçte destek yoktur. Ayrıca, derin ve yaygın toplumsal cehalet sebebiyle, içlerinden güçlü yönetim kadroları çıkarabilmeleri de mümkün değildir. Yüzyıllardır, kayda değer entelektüel hiçbir üretim yapamayan, genellikle sahip oldukları yeraltı zenginlikleri ve doğal kaynaklarla geçimlerini temin eden, ürettiklerinden çok daha fazlasını tüketen, dünyada ve ülkelerinde olan-biteni zamanında ve doğru bir şekilde algılayamayan Müslüman toplumların, her şeyden önce, “zekayı ve aklı kullanma becerilerini geliştirici” eğitim sistemlerini kurmaları gerekiyor. Ne var ki, hem “para”dan başka güç tanımıyorlar, hem de bunu yapacak insan sermayelerine sahip değiller.
Ekleme Tarihi: 23 Ekim 2023 - Pazartesi

CAHİL TOPLUMLAR, İRADELERİNE SAHİP ÇIKAMAZLAR!

Hatırlanacağı üzere, geçen haftaki “‘İfrâttan Tefrîte’ değil, ‘İslamdan Tefkîre’” başlıklı yazımızın girişinde, tüm toplumsal hastalıkların, asıl ve tek kaynağının “toplumsal yaygın cehalet” olduğuna işaret etmiş ve cehaletten kaynaklanan kötülükler arasında ilk üç sırayı, “adaletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm”ün aldığını ifade etmiştik.

Bu yazımızda, Filistin’de yaşanmakta olan saldırılar bağlamında, Müslüman oldukları iddia edilen, ancak İslam diniyle alakalı, neredeyse hiçbir özellikleri bulunmayan toplumlardaki, cehaletten kaynaklanan, önemli zaaflardan biri olan “milli iradelerine sahip çıkamama” konusu üzerinde durmak istiyoruz.

İnsanlar arasında meydana gelen tüm kötülüklerin asıl kaynağı olan “cehalet”, başta “irade zafiyeti” olmak üzere, gerek bireysel ve gerekse toplumsal ölçekteki insanî zaafların da başlıca sebebidir. İslam dini, her ne kadar akla ve bilime çok büyük önem veriyor ise de, tüm yaşamlarını dogmatik dini inanışlar üzerine kurmuş olan Müslümanların, neredeyse yüzyıllardır akılla, dolayısı ile de bilimle hiçbir ilişkileri yok gibidir.

 

BİLİMDEN UZAK, DOGMATİK İNANIŞLARA DAYALI YAŞAM!

Bilgiden ve bilimden uzak yaşam şekilleriyle Müslümanlar, “bilimsel bilgi”ye değil, sadece dogmatik “dîni inançlara” dayalı yaşıyorlar. Bilim, hemen her konuda “şüphe etmeyi” ve “sorgulama”yı gerektiriyorken, dogmatik inanışlar, hiçbir konuda şüphe etmeye, dolayısı ile de sorgulamaya asla izin vermez! İslam’a göre değil ama, “günümüz Müslümanlarının iman anlayışları”na göre, sadece dinî konularda değil, başta bilimsel konular olmak üzere, hayatın tümüyle ilgili olarak da, şüphe ve sorgulama kesin ve katı bir şekilde yasaktır.

Bu durumda, zaten her şey dinde söylendiğinden ve onun dışında hiçbir şey doğru, gerçek ve faydalı olarak da kabul edilemeyeceğinden, Müslüman toplumlarda, “gelişme ve ilerleme” anlamında, kendilerinden kaynaklanan değişim süreçlerinden de söz edilemez. Ne var ki, kendileri dışındaki dünyada meydana gelen değişimler, kaçınılmaz olarak Müslümanları da etkilemektedir.

Kendileri, gelişmenin ve ilerlemenin yaratıcıları olmadıklarından, güya rakip, muhalif ya da düşman oldukları toplumların, insanların hayatına kattıkları icatlardan ve buluşlardan kaynaklanan değişimin etkileriyle sürüklenirler ki, bu konuda başka hiçbir şansları da yoktur! Çünkü, dünyada meydana gelmekte olan değişimleri, zamanında ve yeterince algılayamazlar, karşı karşıya bulundukları yenilikleri yeterince kavrayamazlar ve maruz kaldıkları değişimle ilgili olarak, kendilerine mahsus tavır ve davranışlar da geliştiremezler.

 

MÜSLÜMANLAR BATILILARI ELEŞTİRİR AMA…

Sürekli olarak Müslüman olmayan toplumları sözde eleştirirler ve reddederler; ancak, kendilerine mahsus olduğunu iddia ettikleri yaşam biçimlerini ve kültürlerini de sürdüremez, gerek sosyal ve gerekse teknik konularda, gayri Müslimlerin icatlarına göre yaşamaktan kurtulamazlar.

İmparator Meiji’nin (Hüküm Dönemi: 1867-1912), Japonya’da başlattığı yenileşme süreci, kesintisiz bir şekilde günümüze kadar devam ediyorken, Osmanlı Devleti’nin çok daha önce başlatmış olduğu yenileşme teşebbüsleri, toplum tarafından desteklenmediğinden, medrese, tarikat vb. adlar altında örgütlenmiş olan fanatik dinciler tarafından (şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemler kullanılarak), her seferinde akamete uğratılmıştır. En son, 1923’te Atatürk tarafından başlatılan reformlar da, ancak 27 yıl devam edebilmiş, 1950’de Demokrat Parti (DP)’nin iktidara getirilmesi ile başlatılan “karşı devrim”, 70 yıl sonra bugün zaferini ilan etmiştir.

Osmanlı Devleti, 17. yüzyıl sonlarına kadar, üç kıtaya (Asya, Avrupa ve Afrika) hükmeden, “dünyanın en büyük siyasî ve askerî gücü”yken, 18. yüzyıldan itibaren (art arda savaşlarda aldıkları yenilgilerin etkisiyle), Osmanlı sarayı başta olmak üzere, bürokrasi ve aydınlar, İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya gibi dönemin güçlü ülkeleri için, “düvel-i muazzama (büyük devletler)” tabirini kullanmaya başlamışlardır. Nitekim, bugün de biz, güçleri dünyayı etkileyebilen büyük devletler için “süper güçler” tabirini kullanıyoruz.

 

“İSLAM AYDINLANMASI” DÖNEMİ YETERİNCE İNCELENMEMİŞTİR!

8. ve 12. yüzyıllar arasındaki yaklaşık 350 yıllık dönem “İslam Aydınlanması” olarak adlandırılmaktadır. Ne var ki, İslam tarihinin o dönemi yeterince araştırılmamış ve incelenememiştir. Çağımızın Müslüman toplumları, o dönemde kendi içlerinden yetişen, Câbir ibn-i Hayyan (721-815), Farabî (870-950), İbn-i Heysem (965-1040), el-Bîrûni (973-1048), İbn-i Sîna (980-1037) vb. gibi dünya çapındaki bilim adamlarını, yine batılı ülkelerin araştırmalarından öğrendiler. Peki, bunlar (ve daha pek çokları) o dönemde nasıl yetiştiler ve 12. yüzyıldan sonra, İslam dünyasında neden benzerleri hâlâ yetişmiyor?

17. yüzyıl sonlarına kadar, Avrupa ülkelerinin toplumsal ve siyasal geri kalmışlığından istifade, üç kıtaya hükmeden Müslümanlar, batılı ülkelerdeki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında, 18. yüzyıldan itibaren hemen her konuda, sürekli olarak yenilmektedirler. Hayatlarını inançlarına göre şekillendiren Müslüman toplumlar, batılı ülkelerle rekabet edebilecek düzeyde güçlü nesiller yetiştirememektedirler. Çünkü, akılla ve bilimle alakaları yoktur!

Bugün İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 devlet içinde, bir tek Türkiye (tüm diğerlerinden açık arayla), çok daha ileride bir ülkedir. Bunu sağlayan ise, “Kuva-yı Milliye” dediğimiz aydınlanma, direnme ve mücadele ruhudur. Ne yazık ki, Türk toplumu, bu ruhu kaybedeli çok uzun zaman oldu ve bugün yeniden, Osmanlı Devleti için “hasta adam” ifadesinin kullanıldığı dönemde olduğu gibi, “geri kalmış ülkeler ligi”ne düşürüldü.

 

İSLAM ÜLKELERİ, FİLİSTİN’DE YANAN ATEŞİ SÖNDÜREBİLİR Mİ?

07 Ekim Cumartesi gününden bu yana Filistin’de (hangi akla hizmet olduğu anlaşılamayan), Hamas adlı terör örgütünün ateşlediği bir cehennem yaşanıyor. Günlerdir yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve hatta kundaktaki bebekler, İsrail tarafından acımasızca öldürülüyor. Ne yazık ki, birkaç istisna dışında, neredeyse tüm dünya İsrail’e destek veriyor. Filistin halkı için ise, Rusya dışında kılını kıpırdatan yok!

Rusya, ateşkesin sağlanması için BM Güvenlik Konseyi’ni geçtiğimiz günlerde toplantıya çağırdı, ancak netice alamadı! Peki, sözde İslam ülkeleri denen devletlerden neden ses yok! Bir tek Türkiye, 3 uçak dolusu insani yardım malzemesi gönderdi, hepsi bu! O 57 ülke (böyle bir konuda bile), BM’de birlikte hareket edebilecek kabiliyete sahip değiller. Halbuki, birlikte hareket edebilseler, BM içinde 57 ülke, hiç de azımsanacak bir sayı değil!..

Peki sözde İslam ülkeleri denen bu devletler, neden birlik olamazlar ve ortak hareket edemezler? Edemezler, çünkü, tüm bu devletleri idare eden kadroların ipleri, tümüyle, aslında batılı ülkelerin (ya da güçlerin) ellerindedir. Peki, neden böyledir? İşte bunun sebebi, o Müslüman denen toplumlara hakim olan yaygın cehalettir.

 

CAHİLTOPLUMLAR, İDARECİLERİNİ KENDİLERİ BELİRLEYEMEZ!

Cahil toplumların idarecileri daima, “dış güçler (ileri toplumların idarecileri ve köklü kuruluşları)” tarafından, ya da onların etkileri doğrultusunda belirlenir. Çünkü, cahil toplumlar, kendi iradelerine sahip çıkamazlar ve iradelerini ortaya koyamazlar; başta “milli egemenlik” olmak üzere, en doğal haklarına bile sahip çıkamazlar. Yani, İslam ülkelerinin cahil toplumları, kendi devletlerinin yöneticilerini, kendi başlarına belirleyemezler; onlar üzerinde, kayda değer hiçbir etkileri de olamaz. Bu nedenle, Filistin halkı bugün sahipsiz kalıyor ve sırtlarını dış güçlere dayamış olan birtakım terör örgütlerinin istismarlarından kurtulamıyor.

Elbette, tüm Müslümanların kalpleri Filistinliler için çarpıyor. Ama bu durum, İslam ülkelerini yönetenleri bir araya getirme yönünde hiçbir etki yaratmıyor ve İsrail’e karşı ortak bir tavır almalarını sağlayamıyor. Çünkü, o ülkelerin cahil toplumları, kendi iradelerine sahip çıkamıyorlar ve iradelerini toplumsal düzenlerine ve devletlerinin işleyişlerine yansıtamıyorlar. Bu konuda ciddi derecede yetersiz ve zaaf içindedirler.

 

İSRAİL, BU OLAYLARDAN SONRA DA İLERLEMEYE DEVAM EDECEKTİR!

İsrail, 1948 yılından bu yana, her çatışmadan sonra olduğu gibi, bu çatışmadan sonra da, ilerleyecek ve Filistinliler kaybetmeye devam edecektir. Çünkü, Filistinlilerin arkasında, İsrail’i desteklemekte olan güçlerle baş edebilecek güçte destek yoktur. Ayrıca, derin ve yaygın toplumsal cehalet sebebiyle, içlerinden güçlü yönetim kadroları çıkarabilmeleri de mümkün değildir.

Yüzyıllardır, kayda değer entelektüel hiçbir üretim yapamayan, genellikle sahip oldukları yeraltı zenginlikleri ve doğal kaynaklarla geçimlerini temin eden, ürettiklerinden çok daha fazlasını tüketen, dünyada ve ülkelerinde olan-biteni zamanında ve doğru bir şekilde algılayamayan Müslüman toplumların, her şeyden önce, “zekayı ve aklı kullanma becerilerini geliştirici” eğitim sistemlerini kurmaları gerekiyor. Ne var ki, hem “para”dan başka güç tanımıyorlar, hem de bunu yapacak insan sermayelerine sahip değiller.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.