Halkın sahip çıkmadığı hiçbir rejim, hiçbir devlet ve hiçbir hukuk sistemi sürdürülemez ve ayakta kalamaz! Padişahlık rejimlerinde, her ne kadar padişahlar tek başlarına devletin ve ülkedeki her şeyin asıl sahipleri gibi görülüyor olsalar da (bilhassa halkı etkileyecek türden), tüm icraatlarında, daima bir meşruiyet arayışları olduğu, bilinen bir husustur. Bu anlamda, padişahların başlıca iki meşruiyet kaynakları vardı; ulema ve halk!
Ulema da aslında, halkın inançlarını temsil eden bir otorite konumunda olduğundan, padişahlar, halktan doğrudan destek alamayacaklarını düşündükleri konularda (çoğu zaman kendilerinin beslemekte oldukları) ulemadan aldıkları fetvalarla işlerini yürütmüşlerdir. Ancak, neticede halkın desteklemediği ulema fetvalarını da uygulayamamışlar ve zaman zaman fetvaları tadil etmek zorunda kalmışlardır.
1912’den itibaren arka arkaya yaşanan ve tamamı kaybedilmiş olan Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşları nedeniyle perperişan olan Anadolu halkını İstiklal Savaşı’na katılmaya ikna etmek hiç de kolay bir iş değildir; hem de Padişah’a rağmen! Bu konuda, İstanbul’u işgal eden Müttefik askerlerinin sokaklarda halka yönelik taşkınlıkları ile 16 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıktıktan itibaren, batı Anadolu’da işgal ettikleri köy, kasaba ve şehirlerde Yunan askerlerinin yaptıkları zulümler ve katliamlar çok büyük faydalar sağlamıştır. Tabii burada, Güneydoğu illerimizi işgal eden Fransız askerlerinin halka yönelik zulümlerini de zikretmek gerekiyor.
EN ZOR İŞ: ANADOLU HALKINI YENİ BİR SAVAŞA İKNA ETMEK
Düşman askerlerinin yaptıkları zulümleri durdurmanın tek yolunun, “yeniden silaha sarılmak” olduğuna halkı ikna eden Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, her türlü yokluğa rağmen, mücadelelerini zaferle sonuçlandırmayı başarmışlardır. Bu süre içinde halk, düşmanın ülkeden kovulması mücadelesini engellemeye çalışan padişahla, artık devleti yürütme imkanının kalmadığını da görmüştür. Eğer insanlar o anlayışta olmasalardı, ne saltanat kaldırılabilir, ne de Cumhuriyet ilan edilebilirdi.
Her türlü yokluğa, imkansızlığa ve düşmanların çokluğuna rağmen, yeni bir devlet kurma aşamasına gelen Millî Mücadele kahramanları, olağanüstü stratejik bir zeka ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, fevkalade güçlü bir sistemle kurmakta da büyük bir başarıya imzalarını atmışlardır. En başta medreseler ve tarikatlar olmak üzere, Osmanlı Devleti döneminin (vergiden ve askerlikten muaf ve devlet hazinesinden ödenekleri olan) imtiyazlı kesimleri, Cumhuriyet’le tüm o imtiyazlarını yitirdikleri için, Mustafa Kemal Paşa’nın ve onun devleti birlikte kurduğu kadronun amansız düşmanları olarak ortaya çıkmışlardır.
İstiklal Savaşı’nın bitiminden sonra, yeni devletin kuruluş sürecinde, savaşı birlikte yöneten lider kadro içinde, pek çok siyasî ayrışma ve görüş ayrılıkları yaşanmıştır. Neticede, Mustafa Kemal Paşa, o günün siyasî şartlarında da kendi görüşlerini realize etmiş ve Cumhuriyet’i fevkalade sağlam temeller üzerinde bina etmeyi başarmıştır. Ne var ki, Cumhuriyet kurulduktan sonra 1950 yılına kadar geçen 27 yıllık sürede devletimiz, son derece ağır iç ve dış şartlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
HEDEF: ÇAĞDAŞ UYGARLIK SEVİYESİNİN ÜZERİNE ÇIKMAK
1912-1922 yılları arasında yaşanan büyük savaşlardan arta kalan, yaklaşık 12 milyon civarında perişan bir nüfus… Ülkede okuma-yazma oranı sadece %2 ve ülkede tek bir fabrika bile yok! Mevcut demiryolları, madenler ve limanlar, yabancı imtiyazlı firmaların ellerinde; ülkede doğru dürüst karayolu ve yeterli miktarda demiryolu yok! Millet, kelimenin tam anlamıyla aç bî-ilaç durumda. Atatürk, güçlü Batılı ülkelere kıyasla çağın birkaç yüzyıl gerisinde kalmış olan bir milletin önüne, önce “çağdaş uygarlık seviyesine” ve sonra da, “o seviyenin üzerine” çıkma hedeflerini koyuyor… İstiklal Savaşı bitmiş, ancak ondan çok daha büyük bir savaşa girişilmiş; en başta yaygın cehalete ve fakirliğe karşı yeni bir mücadele başlatılmış. Ülke içinde bu çalışmalara karşı olanlar dış düşmanlar tarafından desteklenerek yer yer isyanlar da çıkartıldığından, ayrıca bunlarla da mücadele etmek gerekmiş…
Her şeye rağmen, Cumhuriyet öylesine sağlam temeller üzerine oturtulmuş ki, Atatürk’ün vefatından (ve bilhassa da 1950’den) sonra bu temellere yönelik saldırılar bugüne kadar başarılı olamamıştır. 01 Eylül 1939 tarihinde, Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile patlak veren ve 09 Mayıs 1945 tarihinde teslim olması ile sona eren (55 milyonu aşkın insanın hayatını kaybettiği) II. Dünya Savaşı’nın ağır şartları sebebiyle, İsmet İnönü döneminde yaşanan bazı olumsuzluklar bir yere kadar makul görülebilir belki. Ancak, bugün “tek parti dönemi” adı altında eleştirilmekte olan o dönemde halkın yaşadığı bazı olumsuzluklar, İnönü döneminin siyasi yetersizliği ile izah edilmektedir ki, bu da pek yanlış sayılmaz!
ATATÜRK’E VE CUMHURİYET’E KARŞI DEVRİM DP İLE BAŞLADI
Ne var ki, II. Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerinde yarattığı baskılarla boğuşmakta olan İsmet İnönü ve arkadaşları, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde, kendilerine muhalif olan grupların faaliyetlerini kontrol altına alamamışlar ve savaşın bitiminden itibaren, parti içinde derin bir siyasi kopuş yaşanmıştır. Bu kopuşun başlıca eseri ise (II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 8 ay sonra), 07 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti’nin (DP) kurulmasıdır. Atatürk’ün vefatından sonra ülkede yaşanan tüm olumsuzlukları İnönü ve arkadaşlarının (yani CHP’nin) sırtına yükleyen DP, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimleri’nde oyların %55’ini alarak, TBMM’de 416 sandalyeye sahip oldu ve devlet yönetimini ele geçirdi.
DP’nin iktidar olması ile yaşamakta oldukları karanlık dehlizlerden çıkan, Osmanlı döneminin imtiyazlıları, yürürlükteki yasalara rağmen, Cumhuriyet’e ve başta Atatürk olmak üzere, onu kuran kadroya karşı sinsi faaliyetlere başladılar. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının, emperyalizmin de desteğiyle yarım asır devam ettirdikleri mücadele, 03 Kasım 2002 tarihinde gerçekleştirilen Milletvekili Genel Seçimleri’nde (%34,28 oy ve 363 milletvekili) AK Parti’nin iktidara gelmesi ile maalesef bugün, “zaferden önceki son aşama”ya gelmiş bulunuyor.
Başlangıçta, son derece liberal söylemlerle (az sayıdaki radikaller dışında), ülkemizdeki hemen tüm siyasi kesimleri kapsayan birleştirici siyasi söylemlerle, halkta büyük bir umut ve heyecan yaratan AK Parti, zamanla radikalleşmiş ve artık, Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyet’in temellerine karşı açık saldırılara göz yumacak (ve bazen de destekleyecek) bir noktaya gelmiştir. Türk Milletine ve Cumhuriyet’e karşı gerçekleştirilen 15 Temmuz operasyonundan sonra, “AK Parti etrafında birleşen İslam dinini siyasi ideoloji olarak kullanan emperyalizmin yerli işbirlikçileri” açıkça, yürürlükteki Anayasa’ya ve kanunlara göre suç teşkil eden faaliyetleri sürdürmektedirler.
KAMUOYU ÜZERİNDE ETKİLİ OLAN MUHALİFLER BERTARAF EDİLİYOR
İktidar, bu faaliyetlerle ilgili herhangi bir işlem yapmadığı gibi, bu kesimlere karşı çıkanlar üzerinde acımasız baskılar tesis etmektedir. Kısaca “muhalif” olarak adlandırılan etkin isimler, Muhsin Yazıcıoğlu ve Sinan Ateş cinayetlerinde olduğu gibi ya öldürülüyor ya da bir bahane uydurularak tutuklanıyorlar. Her türlü hukuk kaideleri ihlal edilerek sürdürülen sözde mahkeme süreçleri de ayrıca, öldürülen kişilerin ailelerine ve tutukluların yakın çevrelerine karşı, baskı aracı olarak kullanılıyor.
Öte yandan, Millî Mücadele’yi yürüten ve zaferle sonuçlandıran Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin devamı ve “Cumhuriyet’in siyasi temeli” olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı, bu yıl içinde devletin yargı sistemi kullanılarak başlatılan operasyonlar devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 23 Mart 2025 tarihinde tutuklanması ve CHP’nin, 04-05 Kasım 2023 tarihlerinde gerçekleştirilen 38. Olağan Kurultayı’nın iptali istemiyle, 06 Nisan 2025’te Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan dava ile başlatılan hukuk operasyonları, daha sonra CHP’li pek çok Belediye Başkanı’nın tutuklanmaları ile devam ediyor.
Geçen Nisan ayında açılan ve kamuoyunda “Butlan Davası” olarak bilinen, “CHP’nin 38. Olağan Kurultayı’nın iptali davası”, mahkeme tarafından geçen 24 Ekim günü verilen “red kararı” ile şimdilik kapanmış görünse de, iktidarın bu sonucu kabullenmesi beklenmiyor!
ADIMLAR, SAĞLAM ZEMİN YOKLAMALARI YAPILARAK ATILIYOR!
İktidarın, ülke içindeki yandaşları ve dış güçlerin destekleri ile Cumhuriyet’in temellerine yönelik 23 yıldır sürdürdüğü operasyonların sonuçlarının neler olacağını zaman gösterecek. Ancak, iktidarın, zaman zaman attığı adımları geri çekse de, yöntem değişiklikleri yaparak yoluna devam ettiği de bir gerçektir. Bu arada, yürürlükteki kanunlara göre hukuki bir dayanak kalmamış olsa da, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davalarında olduğu gibi (yeterli kamuoyu baskısı oluşmadığından olsa gerek), bazı konularda açık hukuk ihlalleri yapmakta hiçbir sakınca görmüyor! Tabii bu arada, suç teşkil eden fiilleri ayyuka çıkan bazı AK Partili siyasetçiler (Örneğin, Melih Gökçek, Zehra Taşkesenlioğlu vb. gibi) hakkında ise, yıllardır en küçük bir yasal işlem yapılmamış olması da, son derece dikkat çeken hususlardır.
Erdoğan, özellikle 15 Temmuz operasyonundan bu yana, yandaşlarının (çoğu zaman yargı destekli olarak) Cumhuriyet’in temellerine yönelik saldırı girişimlerini, bir tür “zemin yoklama” olarak değerlendiriyor olmalı. Zira, bu gibi girişimlerde (sanırım şimdilik) çoğu zaman ya sessiz kalıyor, ya da ilgisiz davranıyor… Ancak, bilinen bir gerçek var ki, AK Parti siyasetinin önündeki en büyük engel Hâlâ tek başına Atatürk ve O’nun kurduğu Cumhuriyet! Ne var ki, her şeye rağmen temelleri sapasağlam durmaya devam eden Cumhuriyet, ülke içi üretim imkanları ile ödenemeyecek düzeylerde borçlandırılarak, emperyalist boyunduruk altına sokulmaya çalışılıyor! Umarız, istihdam ve ekonominin üretim gücünün, dolayısı ile ihracatın arttırılarak, ithalatın azaltılması amacı ile kullanılmayan bu borçlar da, gelecekte (tıpkı eskinin Osmanlı Borçları gibi) bu milletin sırtına yüklenmez!..
Bugünden bakıldığında, ne yazık ki bu konularda iyimser olmak pek mümkün görünmüyor.
-----------------
27 Ekim 2025