I. Dünya Savaşı’nı bitiren Mondros Mütarekesi’nden (30 Ekim 1918) sonra, başta Anadolu olmak üzere, Osmanlı topraklarına yönelik işgallerini, Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) ile kalıcı hale getiremeyen “İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, ABD, vs.)”, bu topraklar üzerindeki emellerinden vazgeçmiş değiller. Fransa’nın başkenti Paris’in birkaç km güneybatısındaki banliyösü Sevr’de toplanarak, Osmanlı Devleti’nin topraklarını aralarında paylaşmaya kalkan düşman cephenin hevesleri, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde başlayan direniş karşısında, kursaklarında kaldı.
Türk İstiklal Mücadelesi’nin, Yunan ordusunun, 09 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de denize dökülmesiyle kesinleşen tartışmasız zaferi karşısında, iki yıl önce imzaladıkları ve Başkanlığını Sultan Vahdettin’in yaptığı Osmanlı Devleti Saltanat Şûrası tarafından da kabul edilerek imzalanan Sevr Antlaşması’nı çöpe atmak zorunda kaldılar. Böylece, I. Dünya Savaşı’nı tamamen sona erdiren Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1924) ile Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımak zorunda kaldılar.
KANUNLARIMIZA GÖRE SUÇ, AMA KİMSE UMURSAMIYOR!
Şimdi, asıl konuya girmeden bunları neden hatırlatmak gerekti? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) 2002’de tek başına iktidar olmasından sonra, 1919-1922 yılları arasındaki Türk İstiklal Mücadelesi ve zaferden sonra 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili olarak, her geçen gün artan yüksek sesle açıkça dillendirilen, önemli bazı hususlar var. Mustafa Kemal Atatürk’ün (ve Cumhuriyet’i kuran kadronun) itibarsızlaştırılmasına yönelik, alçakça hezeyanlar başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine karşı yürütülen faaliyetler, giderek çok daha örgütlü ve çok daha açık bir şekilde yürütülüyor. İşin en ilginç yanı ise, tüm o faaliyetler yürürlükteki Anayasamıza ve kanunlarımıza göre “suç” teşkil ediyor. Peki, çoğu zaman, devletin üst kademesini işgal etmekte olan zevat-ı nâ-muhtereme başta olmak üzere, pek çok kimse tarafından, Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve Atatürk’ün manevi şahsiyetine karşı pervasızca işlenmekte olan suçlar, en başta sözüm ona Cumhuriyet Savcıları olmak üzere, acaba neden kimsenin umurunda değil?!.
Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve Atatürk’ün manevi şahsiyetine karşı işlenmekte olan suçlar arasında en dikkat çekeni ise, iktidar yanlısı havuz medyası başta olmak üzere “İstiklal Savaşı’nda keşke Yunanlılar galip gelseydi” ifadesinin, hemen her yerde tekrar ediliyor olmasıdır. Bu ifadelerin sahipleri için, örneğin Dumlupınar Zaferi (30 Ağustos 1922), “kara” bir gündür! Halbuki bunların tamamı bugün, o zaferden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşlarıdır. Dahası, yürürlükteki Anayasamızın 10. maddesine göre, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” ve 66. maddeye göre de, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını hem isimlendirme ve hem de haklar bakımından eşit olarak görmekte olan Anayasa hükümlerine rağmen, ülkemizde, 15 Ağustos 1984 tarihinde, PKK tarafından, Siirt’in Eruh ilçesinde Jandarma Komando Er Süleyman Aydın’ın ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde Jandarma Astsubay Çavuş Memiş Arıbaş’ın şehit edildikleri saldırılarla, Kürtlerin adı kullanılarak, “bölücü terör” başlatılmıştır.
PKK, KÜRTLERİN ADINI MASKE OLARAK KULLANIYOR
Abdullah Öcalan ve 21 arkadaşı (Öcalan hariç, tamamı öldürülmüştür) tarafından, 27 Kasım 1978 tarihinde, Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde kurulan PKK’ya, 12 Eylül 1980 Askerî darbesi döneminde nedense dokunulmamış ve neden dokunulmadığını da kimse merak etmemiştir. 04 Nisan 1949’da, Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Ömerli (Amarlı, eski bir Ermeni köyüdür) köyünde doğan Öcalan’ın Kürt olmadığını, tek kelime Kürtçe bilmediğini ve aslen Ermeni olduğu, Türk Tarih Kurumu eski Başkanlarından Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu başta olmak üzere, konuyla ilgili araştırmalar yapan pek çok kimse tarafından defalarca açıklanmış, ayrıca açık kaynaklarda da pek çok defa yazılıp söylenmiştir.
Kendisi Kürt olmayan ve Kürtçe de bilmeyen bir kişi, neden gitsin de 1978 yılında “Partiya Karkerên Kurdistanê-PKK (Kürdistan İşçi Partisi)” diye bir örgüt kursun? Başta siyasi partiler olmak üzere, ülkedeki tüm siyasi oluşumları, dernekleri, vakıfları vs. kapatan 12 Eylül darbecileri, neden PKK ile ilgili herhangi bir dosya açmamışlardır? Bu soru üzerinde, neredeyse hiç durulmadığı için, Türkiye kamuoyunda, son derece yanlış ve tehlikeli bir şekilde, PKK ile Kürtler özdeşleştirilmiştir.
“AŞİRET ÇIKARLARI İÇİN” VE “DEVLETE KARŞI” İSYANLAR…
Osmanlı Devleti’ne karşı ilk Kürt isyanı, 1806’da çıkan Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı’dır. Kendisi aslında bir Aşiret ağası olan Abdurrahman Paşa, Osmanlı Devleti tarafından, Süleymaniye Valisi olarak atanmış, ancak bir süre sonra aşiretine sağlanan (ya da var olup da geri alınan) imtiyazlar bakımından memnuniyetsizlik sebebiyle isyan etmiş ve o isyan, 1808’de devlet tarafından sert bir şekilde bastırılmıştır.
1921 yılına kadar meydana gelen yaklaşık 25 Kürt İsyanının tamamı, devlet tarafından sağlanan imkanların az ve/veya devlet tarafından kendilerine yüklenen sorumlulukların fazla bulunması bağlamında, yerel çıkar talepleriyle, Osmanlı Devleti’nin yerel yöneticilerine karşı çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde, 13 Şubat-30 Mayıs 1925 tarihleri arasında cereyan eden Şeyh Sait İsyanı’ndan itibaren, bugüne kadar meydana gelen, irili-ufaklı 26 isyanın tamamı, doğrudan devlete karşı olmuştur. Kısacası, Osmanlı Devleti dönemindeki Kürt isyanları yerel çıkarlar temeline dayandığı halde, Cumhuriyet döneminde, çeşitli sebepler ileri sürülerek çıkarılan isyanlar (birkaçı dışında), “dış destekli” olup, doğrudan devleti ve devlet hakimiyetini hedef almıştır.
Geçmişteki Kürt isyanları hakkında bu kısa bilgileri verdikten sonra, bugün karşı karşıya bulunduğumuz “Terörsüz Türkiye” sürecinin arka planına bir göz atmamız gerekiyor. 1789 Fransız İhtilali’nden yaklaşık 60 yıl sonra, Avrupa ülkelerinde, ardı ardına meydana gelen devrimler, Osmanlı aydınları üzerinde de etkili olmuştur. Ülkenin kötüye gidişini farklı sebeplere bağlayan ve farklı çözüm yolları öneren, başlıca Osmanlıcılar (Saray yanlıları), Ümmetçiler, Yeni Osmanlılar (Batıcılar) ve Milliyetçiler (Türkçüler) şeklinde dört ana grupta değerlendirilen siyasi fikir hareketleri doğmuştur Bunlardan Osmanlıcılar ve Ümmetçiler, “yararlı” görülerek, Osmanlı Sarayı ve çevrelerinde itibara ve iltifata mazhar olurken, Yeni Osmanlılar ve Türkçüler (Jön Türkler) “zararlı” fikir cereyanları olarak görülmüşlerdir. Osmanlıcılar ve Ümmetçiler, mevcut saltanatın devamından yana iken Türkçüler ve Yeni Osmanlılar, “meşrutiyet” ilan edilerek, devletin demokratik bir yönetime geçmesini savunuyorlardı.
I. MEŞRUTİYET VE SONRASI
1876 yılına gelindiğinde, önce Padişah Abdülaziz’in bir saray darbesi ile hal edildi ve yerine V. Murad tahta geçirilmişti; ancak, “deli” olduğu gerekçesi ile 93 gün sonra tahtından indirilerek katledilmiş ve şehzadelik döneminde, taht için oldukça uzak bir aday olan II. Abdülhamit, Abdülaziz’in ve V. Murad’ın tahttan indirilmesinde etkili olan Jön Türkler’le, “meşrutiyet ilan edeceği” konusunda anlaşmış ve 31 Ağustos 1876 tarihinde Osmanlı tahtına otur(tul)muştu. Yaklaşık dört ay sonra 23 Aralık 1876’da meşrutiyet (Kânûn-ı Esâsî, 1876 Anayasası) ilan edilmiş, ülke genelinde seçimler yapılarak, Meclis-i Umumî adlı ilk parlamento vücuda getirilmiştir.
Ancak II. Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) yenilgisini gerekçe göstererek, 1878’de meclisi kapatmış ve Meşrutiyet’e son vermiştir. Sonra ise, tahta oturmak için işbirliği yaptığı Türkçülere sırtını dönmüş, Osmanlıcı ve Ümmetçi çevrelere kucağını açmıştır. Ne var ki, bu dönemde devlet ve ülke adına her şey kötüye gitmeye ve ağır toprak kayıpları yaşanmaya devam ederken, II. Abdülhamit tam olarak, 32 yıl 7 ay ve 26 gün süreyle, kendi saltanatını korumayı başarmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti günümüz Türkiye yüzölçümünün iki katından fazla (1 milyon 592 bin 806 kilometrekare) toprak kaybetmiştir.
II. ABDÜLHAMİT’TEN CUMHURİYET’İN İLK YILLARINA
Saltanatının 33. yılında, Jön Türk hareketinin güçlenmesi karşısında boyun eğmek zorunda kalan II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 tarihinde ikinci kez meşrutiyet ilan etmiş ve aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında yapılan mebus seçimleriyle, Meclis-i Mebusan adıyla, parlamento yeniden teşkil edilmiştir (17 Aralık 1908'de). Seçimlerde parlamentoda çoğunluğu elde eden Türkçü İttihat ve Terakki Partisi, dört ay sonra, 27 Nisan 1909 tarihinde, Meclis-i Mebûsan’da aldıkları bir kararla, II. Abdülhamit’i tahtından indirerek Selanik’e sürgüne gönderdiler ve yerine, V. Mehmet Reşad’ı tahta geçirdiler. Böylece, devletin bütün iplerini ele geçiren İttihat ve Terakki’ciler, bütün gayretlerine rağmen, kötüye giden gidişatı durduramamışlar, önünü-arkasını iyice hesaplamadan, çok güvendikleri ve kazanacağından emin oldukları Almanya’nın safında I. Dünya Savaşı’na girerek, kendilerinin de, devletin de sonunu getirmişlerdir.
İşte o dönemde, saray ve çevresi tarafından “yararlı” ve “zararlı” olarak kodlanan siyasî hareketler, bugün de benzer bir şablona uygun bir formatta devam etmektedir. Eskinin Osmanlıcıları ve Ümmetçileri, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, önce Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde, Cumhuriyet’e, devletin temel niteliklerine, yapılmakta olan devrimlere ve izlenen politikalara karşı tutum sergileyen “muhalif grup”ta, sonra “Serbest Fırka”da toplanmışlardı. Ancak, bu partinin kapatılmasından sonra, uzun süre kayda değer bir siyasi örgütlenmeleri görülmeyen Osmanlıcı ve Ümmetçiler, 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kurulması ile, orada kendilerine geniş bir yer bulmuşlardır.
MİLLÎ NİZAM PARTİSİ VE SONRASI
1960 Askerî Darbesi’nden sonra ise, dağınık halde, muhtelif partilerde siyaset yapan Osmanlıcı ve Ümmetçiler, 26 Ocak 1970 tarihinde, Necmettin Erbakan liderliğinde Millî Nizam Partisi’ni (MNP) kurarak, siyaset sahnesinde ilk defa, kendi örgütleri ile boy göstermişlerdi. 12 Mart 1971 Muhtırası ile bu parti kapatılınca, bu sefer yine Necmettin Erbakan liderliğinde, 11 Ekim 1972 tarihinde Millî Selamet Partisi’ni (MSP) kurdular. Bu dönemde, batı yanlıları başta CHP olmak üzere, irili-ufaklı birkaç parti halinde, Türkçüler de Milliyetçi Hareket Partisi’nde (MHP) toplanmışlardı.
12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nden sonra, Turgut Özal tarafından kurulan Anavatan Partisi (ANAP), Osmanlı Devleti’nden bu yana gelen dört siyasi eğilimi birleştirme söylemi ile siyaset sahnesinde etkili oldu. Ancak, kendi içinde kurumsallaşamadığı için Özal’ın vefatından sonra zayıflamaya başladı ve nihayet siyaset sahnesinden çekildi. 1980’den sonra, klasik dört eğilim, farklı partiler halinde siyaset sahnesinde boy gösterdilerse de, bu süreçte, “Atatürkçülük” etiketi ile gerçekleştirilen “Başörtüsü” ve “28 Şubat” kontra operasyonlarıyla, eskinin saray yanlısı Osmanlıcı ve Ümmetçi anlayışın halk tabanında güçlenmesi sağlandı. ABD, İngiltere ve İsrail tarafından hazırlanarak uygulamaya konan “Büyük Ortadoğu Projesi-BOP” kapsamında 2002 yılında, ABD’nin Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki önde gelen yetkililerinin yoğun destek ve çabalarıyla kurdurulan AK Parti’de, bu iki anlayış tek çatı altında bir araya getirildi.
EMPERYALİSTLER, ATATÜRK’ÜN KURDUĞU CUMHURİYETE KARŞI
Bu dönemde, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Türkiye ile ilgili konuşan önde gelen batılı siyasetçiler, ağız birliği etmişlercesine, Türkiye’nin Atatürkçü “üniter, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” modelinden ayrılması ve Osmanlı siyasi anlayışına göre yeniden yapılanması ve federatif bir model olması yönünde görüşler ileri sürmeye başladılar. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 22 Ekim 2024 tarihinde, partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda, “Öcalan gelsin mecliste DEM Parti Grubu’nda konuşsun” sözleri ile başlatılan ve sonra “terörsüz Türkiye” adı verilen süreçte, geçmişten bu yana birbirleriyle kavga halinde olan iki siyasi kamp, aynen II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi, bir tarafa (Osmanlıcı ve Ümmetçilere) “devlet ve saray desteği” verilerek, bir kez daha kozlarını paylaşma noktasına getirildi.
Görünüşe bakıldığında ise AK Parti, MHP ve DEM Parti ortaklığı, devletin tüm imkanlarının seferber edilmesine rağmen, arzu ettikleri ve ihtiyaçları olan halk desteğini sağlayamamanın sıkıntısı içinde kıvranıyor.
Osmanlıcılar ve Ümmetçiler bugün de (tıpkı II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi) saray tarafından, devlet imkanları kullanılarak sağlanan desteklerle ittifak halindeler ve iktidar cenahında, siyasetin ağırlıklı bir bölümünü ellerinde bulunduruyorlar. Yıllardır, siyasi fikirler bakımından Jön Türkler ve İttihat ve Terakki’nin devamı zannedilen sözde “Türk Milliyetçisi” MHP’nin ise, 15 Temmuz 2016 hadisesinden sonra, aslında koyu bir “Osmanlıcı ve Ümmetçi” muhtevaya sahip olduğu ortaya çıkmıştır.
1918-1922 yıllarında, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmaya kalkan emperyalist ülkelerle işbirliği yapan, Padişah’ın yayınladığı fermanlara uyarak, işgalci düşman kuvvetleri ile işbirliği yaparak Kuvâ-yı Millîye güçlerine karşı mücadele eden Osmanlıcı ve Ümmetçilerin torunları, bugün kendi dedelerinin yolunda, yakın tarihimizi “1922’de, keşke Yunan kazansaydı.” söylemleriyle çarpıtmaya devam ediyorlar.
Tıpkı 1918-1922 yıllarında olduğu gibi, bugün de dış emperyalist güçler ve onların içerideki işbirlikçileriyle karşı karşıya bulunan Türk milleti, bakalım bu sefer, benzer şekilde yeni bir Kuvâ-yı Millîye hareketini başlatabilecek mi?
Mevlâm görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.