Kur’an-ı Kerîm’de “millet” kelimesi, tam 15 ayette geçmektedir ve “din, gidilen yol” anlamlarında kullanılmaktadır. Ancak, Türkçeye geçtiğinde bu kelimeye, “belli ve aynı ortak özelliklere ve değerlere sahip insanlar topluluğu (kavim, kabile, toplum vb.)” anlamı yüklenmiştir. Kökeni bir dile ait olan herhangi bir kelime bir başka dile geçerken, çoğu zaman kullanım şekli ve anlamı değişebiliyor; tıpkı, Türkçeye Farsçadan geçen “merdiven” ve “meşe” kelimeleri gibi. Farsçada bizim merdiven dediğimiz şeye “nardibān/nardubān (نردبان / نردبان)” deniyor. Bizde, bir ağaç türünü ifade eden “meşe” kelimesi ise Farsça’da (bìşe بيشه) “koruluk, orman” anlamındadır. Dolayısı ile, Arapçada “millet” kelimesi kullanılırken, insanların mensup oldukları ortak inanç sistemi (din) kastedilir;ama, kelimenin bizdeki anlamı aynı değildir. Bu konuda, hemen her dilden sayısız örnekler verilebilir.
İKTİDAR, “TÜRK MİLLETİ” KAVRAMINA NEDEN DÜŞMAN?
Son yarım asra yakın bir zamandan bu yana Türkiye’de, İslam dinini alelade “siyasi ideoloji” olarak kullanmakta olan ve halkın “siyasal İslamcı” ve/veya “dinci” dediği kesimler ısrarla (muhtemelen, “Türk milleti” ifadesine karşı oldukları için), “millet kelimesinin sadece Müslümanları ifade ettiği”nde ısrar ediyorlar. Halbuki, Arapçada bu kelime, herhangi bir dine (Müslüman milleti, Yahudi milleti, Hıristiyan milleti… vs.) mensup insan topluluğunu ifade etmektedir. Kısacası, herhangi bir kelime, kökeni hangi dilden geliyor olursa olsun, dahil edildiği dilin gramerine ve yüklenen anlama göre kullanılır.
Türk Milleti, son bin yıla yakın bir zamandan bu yana, İslamiyet’i temsil eden en ileri ve en güçlü toplumlar bütünüdür. İslam dinini, ilk çıktığı tarihten sonra üç asır süreyle temsil edebilen Arapların bu özelliği, 10. yüzyılda sona ermiş ve bu özellik, 1037’de Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması ile Türklere geçmiştir. Günümüzde, İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 devlet içinde, her bakımdan en ileri ülke, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olan Türkiye’dir. Nitekim, Türkiye’den hiç kimse, gidip o diğer 56 ülkenin herhangi birinde yaşamayı aklına bile getirmezken, o ülkelerin tamamından insanlar, “kâfir” olarak gördükleri batılı ileri ülkelerin yanı sıra, laiklik sebebiyle güya “din dışı” gördükleri Türkiye’ye gelmek için akla gelmedik yollara tevessül etmektedirler.
“Türk Milleti” ifadesi, fevkalade güçlü bir sosyolojik kavramdır. Bunun üzerine her türlü siyasi yapı sağlam bir şekilde inşa edilebilir ki, bunun ilk ve en önemli örneği, Atatürk’ün siyaset anlayışıdır. O nedenle, günümüz dinci siyaset uzmanları, öncelikle bu kavramdan kurtulmaları gerektiğini düşünüyorlar. Zira bu kavram, adeta onların tepelerinde sallanan Demokles’in kılıcı gibidir.
CEHALET VE FAKİRLİK, DİKTATÖRLERİN EN VERİMLİ TARLASIDIR!
Tarih boyunca, kendi despot yönetim sistemlerini sürdürmek isteyen tüm diktatörler güçlerini, dini kullanarak uyuttukları, “millet olamamış halklar”ın en cahil ve en fakir kesimlerinden almışlardır. O nedenle “halkın cehaleti ve fakirliği”, onların en temel kutsalları olmuştur. Türkiye’de 23 yıldır iktidarda bulunan AK Parti’nin tüm söylemleri, hamaset dışında hiçbir millî bilince sahip olmayan, halkın en cahil ve en fakir kesimlerine yöneliktir. Nitekim, kendileri de zaman zaman, iktidarlarını, halkın en cahil ve en fakir kesimlerine borçlu olduklarını açıkça ifade etmektedirler(*).
Cehalet, tarihteki olayların ve tarihte adları bilinen karakterlerin, “din sosu”na bulandıktan sonra, gündelik siyasi ihtiyaçlara göre çarpıtılarak, hiçbir gerçekliği bulunmayan hamaset propagandaları ile halkı uyutmaya yarayan en önemli uyku ilacıdır. Fakirlik ise, insanların “kişisel yaşamı sürdürme derdi”ni aşıp, toplumsal konular üzerinde düşünmelerini engeller. Karın doyurmanın ötesinde hiçbir anlamı olmayan küçük ihsanlarla dikkatleri çekilen insanları, “din” adı altında uydurulan ve çarpıtılmış tarihin hamasetiyle süslenen masallarla gündelik gerçekliklerden koparmak oldukça kolay bir iştir. Muhalefetin en öncelikli işi, iktidarın bu oyununu bozmak olmalıyken, aksine onlar da bu oyuna katılarak, adeta destek veriyorlar.
İnsanların cehaletini din ve hamaset soslu masallarla, fakirliklerini ise “bir paket makarna” ile sembol ifadesini bulan cüz’î ihsanlarla konsolide etmekte olan AK Parti (seçimlerle ilgili, “mühürsüz ve çalıntı oylar” gibi bazı şaibeler olsa da), demokrasinin şeklî unsurlarını ustaca kullanarak iktidarda kalmayı başarmaktadır. Oldukça ilginçtir ki, Türkiye’de “muhalefet zannedilen partiler”in hiçbiri, AK Parti’nin apaçık ortada olan hedef kitlesine yönelik hiçbir söylem geliştirmiyor; sadece, toplumun (iktidarın, din ve hamasetle uyutamadığı) nispeten çok daha okumuş, çok daha uygar ve hali vakti yerinde olan kesimlerine hitap ediyorlar ki, bu kesimlerin toplum içindeki oranı %25’i geçmiyor.
MUHALEFET, HER ŞEYDEN EVVEL NE YAPMALI?
Halbuki, muhalefet partilerinden herhangi biri, bu kesimlerin tüm oylarını tek başına alsa da zaten iktidar olmak için yeterli olmuyor! Peki, muhalefet partilerinin yöneticileri ve o partilerde siyaset yapanlar bunu görmüyorlar mı? Görmüyor olmaları düşünülebilir mi? Peki o zaman? İşte, ülkede aklı başında olanların, her şeyden önce cevaplarını düşünmeleri ve bulmaları gereken asıl sorular bunlardır! Ancak bu soruların cevapları ortaya konduktan ve üzerlerinde fikir birliği sağlandıktan sonra, Türkiye’de gerçek bir muhalif siyaset konsepti ortaya konabilir. Aksi taktirde hiç kimse, AK Parti’nin ve ortaklarının kurdukları ve son derece başarılı bir şekilde sürdürmekte oldukları mevcut siyaset oyununun figüranları olmaktan öteye geçemez.
Nasıl ki, rakamlar, sayılar ve dört işlem bilinmeden matematik yapılamaz ise, bu soruların cevapları verilmeden ve bu cevaplar üzerinde bir ortak anlayış geliştirilmeden de bu ülkede siyaset filan yapılamaz! Bu olmadan, “gündem” denilerek (çoğu zaman iktidar tarafından kurgulanan ve ortaya atılan) tartışılmakta olan konular ne anlaşılabilir ne de üzerlerinde muhalefet anlamında herhangi bir fikir birliği sağlanabilir; ve bu durum, iktidar için bulunmaz bir “siyasi nimet” olarak devam eder gider.
Tepede kurgulanıp, aşağıya doğru yapılandırılan siyasi düzenlerde, halkın gerçek iradesi hiçbir zaman ortaya çıkmaz, çıkamaz! Çünkü, tüm sistem, yukarıdan aşağıya “buyurgan” yapıdadır ve aşağıda ortaya çıkabilecek herhangi bir toplumsal irade yukarılara doğru taşınamaz, yansıtılamaz! Bu husus, siyaset sosyolojisinde bilimsel çalışmalarla ortaya konmuş bir gerçektir. Peki, bunun böyle olduğunu Türkiye’de siyaset yapanlar hiç mi bilmezler? Elbette ki, tamamı olmasa da siyasetin en tepesindekiler bunun böyle olduğunu bilirler. Ancak kendi kişisel çıkarlarına uygun olan bu sistemi devam ettirmek için çalışırlar; çünkü, iktidar ve muhalefetteki siyasetçilerin ortak çıkar noktası budur.
Türkiye’de, gerçek halk iradesinin ortaya çıkmasını sağlayacak, basın ve kısaca STK denen sivil toplumsal yapılar yoktur. Halk iradesinin sistemli bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamaları için teşekkül ettirilen, meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar vs. de tıpkı siyasi partiler gibi “tepeden aşağıya” doğru yapılanmakta oldukları ve son zamanlarda iktidar nimetlerinden nemalanmaya alıştırıldıkları için, günümüz STK’larının, gerçek manada halk iradesini ortaya çıkarma fonksiyonları dumura uğramıştır. Basın (medya organları ve internetteki sosyal medya mecraları) ise, kahir ekseriyetle iktidar tarafından satın alınmış oldukları için, iktidar nezdine “kamuoyunu yansıtmak” yerine, iktidarın çıkarları doğrultusunda, “kamuoyunu manipüle etmekte”dir.
İKTİDARIN YAPTIKLARININ BENZERLERİNİ YAPARAK MUHALEFET Mİ OLUNUR?
Muhalefet eğer gerçek muhalefet olsaydı, halk iradesinin özgürce ortaya çıkmasının yollarını açmak amacıyla, STK ve basın alanlarındaki bu tersine işleyen yapıya karşı da çareler düşünmesi ve üretmesi gerekirdi. STK ve basın alanlarındaki bu tersine işleyen yapı sebebiyle, mesajlarını halka ulaştırmada güçlük yaşamakta oldukları halde, bu kanalları, olmaları gereken formata oturtma konusunda, bilinen herhangi bir çabaları yoktur. Aksine, nasıl ki iktidar kendi yandaş medya ve STK düzenini kurmuşsa, muhalefet de aynısını kendi çıkarlarına hizmet edecek yapılar kurarak yapmaya çalışıyor. Halbuki, ülkenin tüm imkanlarını kullanan iktidar karşısında, muhalefetin elindeki imkanlar fevkalade sınırlıdır. İktidarın elindeki devasa imkanlar karşısında muhalefetin sınırlı imkanlarla başarılı olabilmesi düşünülecek şey midir? Muhalefetin, basın ve STK’lar konusunda, iktidarın kullanamayacağı ve önleyemeyeceği, Ergenekon’dan çıkışa benzer “daha önce hiç bilinmeyen” yepyeni yollar ve yöntemler bulması gerekiyor; ancak, muhalefette bu yönde herhangi bir çabanın varlığı görülmüyor!
Uzun sözün kısası, “iktidar tarafından kurulmakta ve yönetilmekte olan” siyaset oyununa katılarak, muhalif başarı elde edilebileceği düşünülemez! Muhalefet (yani, “iktidarın oyun partneri” değil de gerçekten muhalefetse tabii), kendine mahsus yeni bir siyasi oyun kurmalı ve iktidarı bu oyuna katılmaya mecbur edebilmelidir. Ancak, işte o zaman bir “siyasi başarı ihtimali”nden söz edilebilir.
Son zamanlarda gündemde olan TBMM’deki ihanet komisyonu ile CHP’ye yönelik yargı operasyonları vb. gibi konularda, muhalefet tarafından, iktidarın söylem sistematiğinden çok farklı yeni bir mantıksal örgü ile tamamen kendine mahsus (örneğin, “sine-i millete dönmek” gibi) birtakım söylemler ve eylemler geliştirilmelidir. Bunu yapabilecek zekaları, akılları, becerileri ve cesaretleri olmayanlar, siyasi muhalefet mercilerini işgal etmesinler ve gidip evlerinde otursunlar lütfen…
Mevcut halde, muhalefetin herhangi bir şekilde iktidar karşısında başarılı olması ihtimali bir yana, düşünülemez bile!
______________
(*) https://www.facebook.com/watch/?v=1260957487266704
-----------------
22 Eylül 2025