Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

DEVLETİN, DIŞARIYA ÖLÇÜSÜZ VE HESAPSIZ BORÇLANDIRILMASININ SONU

Ülkemiz, sanki, hem siyasi ve hem de ekonomik şartlar bakımından, Osmanlı devletinin ağır yenilgisi ile sonuçlanan, bizim “93 Harbi” dediğimiz, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra başlayan karanlık bir döneme girmiş gibi görünüyor. 17. yüzyıl sonlarından (1683 II. Viyana bozgunundan) itibaren, girdiği tüm savaşları kaybeden Osmanlı Devleti, ilki 1854 yılında (İngiltere’den) olmak üzere, yabancı ülkelerden borç para almaya başlamıştı. 1874 yılına kadar geçen 20 yıl içinde, 15 ayrı dış borçlanma ile, dışarıdan alınan toplam borç, 239 milyon Osmanlı Altın Lirasıdır (Bugünkü değerle yaklaşık 104 milyar ABD Doları). Tabii, Osmanlı devleti, daha sonra da 1915 yılına kadar, dışarıdan borç almayı sürdürmüştür. 1983 yılında, Turgut Özal iktidara geldiğinde, Türkiye’nin toplam dış borcu, sadece 18,3 milyar Dolar, o yılki Gayrisafi Milli Hasıla’sı (GSMH) ise, 61,678 milyar Dolar; yani, dış borçlar, GSMH’nın 3’te 1’inden daha azdı! 10 yıl sonra, yani 1993’te,  dış borçlar 84,8 milyar Dolar iken, o yılki GSMH 180,2 milyar Dolardı; yani dış borçlar yıllık GSMH’nın yarısına yaklaşmıştı! Bugün ise, dış borçlara, “dövize endeksli iç borçlar” ile, “müşteri garantili” gerekli-gereksiz yatırımlar için ödenecek (hesaplanabildiği kadarı ile) miktarlar da eklendiğinde, Türkiye’nin döviz borç toplamı, GSMH’nın iki katını geçiyor. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında, dış borç toplamı sadece 129 milyar Dolar civarındayken, bugün bu rakam 500 milyar Doları aşmıştır. Bu arada, Dış Ticaret Cari Açığının da, 2002 yılına göre 71 kat artarak 44 milyar Doları aşması, bir diğer çok ciddi ekonomik ve mali risk faktörüdür. Tüm bunlar, Türkiye’nin, 1983’e göre bugün, 10-12 kat ekonomik risk altında bulunduğunu gösteriyor. TARİHİMİZDE, DEVLETİN İLK İFLÂS İLANI: “1875 MORATORYUMU” Dışarıdan alınan borçların, savaşlara ve birbirinden lüks sarayların yapımına harcanması nedeniyle, Osmanlı maliyesi tıkandı ve Sultan Abdülaziz tarafından, 06-07-10 Ekim 1875’de (H. 06-07-10 Ramazan 1292) çıkarılan “Ramazan Kararnameleri” ile, “moratoryum (devlet iflası)” ilan edilerek, alacaklı devletlere, “borçlarının ödenemeyeceği” bildirildi. Bu arada, Türk tarihindeki ikinci (ve en son) moratoryumun, Cumhuriyet döneminde, Başbakan Adnan Menderes tarafından, 04.08.1958 tarihinde ilan edildiğini de hatırlatmakta yarar görüyorum. Ayrıca, 1950-60 arasındak10 yıl içinde DP Hükümetleri tarafından yapılan akıl almaz derecede vahim “dış borç anlaşmaları” da, ciltlere sığmayacak kitap konusudur. Osmanlı devleti tarafından moratoryum ilanından yaklaşık on ay sonra, 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz, kendi atadığı Bakanların ortak kararı ile tahtından indirildi (5 gün sonra, şüpheli odasında ölü bulundu) ve V. Murat tahta oturtuldu; ancak, üç ay sonra, 31 Ağustos 1876'da, “deli olduğu” ileri sürülerek, bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve halka “Meşrutiyet yönetimine geçme sözü veren”  Sultan II. Abdülhamit (Genç Türkler’in de desteği ile) padişah ilan edildi. Tahta oturduğu yıl Meşrutiyet’e geçen ve ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açan II. Abdülhamit, bir yıl sonra meclisi kapattı ve kendi şahsi idaresini kurdu.  II. Abdülhamit, alacaklı devletleri birkaç yıl oyalamayı başardıysa da, 20 Aralık 1881 (H. 28 Muharrem 1299) tarihinde, ünlü “Muharrem Kararnamesi” ile “Düyûn-ı Umûmiye-i Osmaniye Vâridat-ı Muhassasa İdaresi”ni kurarak, borçları ödenmeye başlamayı kabul etti. Yine burada, II.Abdülhamit’in, 27 Nisan 1909'da, Meclis-i Mebusân’ın kararı ile tahtından indirilmesine kadarki 33 yıllık saltanatı döneminde,  Osmanlı İmparatorluğu'nun, “en çok toprak kaybeden (1 milyon 592 bin 806 km²)” padişahlarından biri olduğunu ve ayrıca onun zamanında kaybedilen savaşların maliyet ve tazminat borçlarının da, 1874 yılına kadar alınan borçların, en az 7-8 katı olduğunu hatırlatmakta yarar var.  Ne var ki, 1881’de kurulan ve başlıca görevi “devletin iç ve dış borçlarının ödenmesini sağlamak” olan Düyûn-ı Umûmiye İdaresi, sadre şifa olamadı. Alacaklı devletler de, I. Dünya Savaşı yıllarında, bir tür acımasız “icra” işlemi uyguladı ve Osmanlı devleti paramparça edildi. Ne yazık ki, tüm bunların faturasını, fakir Türk milleti ödedi! Osmanlı borçlarının, yaklaşık 480 milyar Dolarlık kısmı, 1924-1948 yılları arasında, densizin birinin birkaç yıl önce “çömez devlet” diyerek, güya küçümsemeye kalktığı, Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir.   OSMANLI DÖNEMİNDE, AVRUPA ÜLKELERİNE GÖNDERİLEN ÖĞRENCİLER Osmanlı devlet yöneticileri, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde (Sultan II.Mahmut dönemi), mevcut geleneksel eğitim usulleriyle yetiştirilen kadrolarla, Avrupa ülkeleri ile rekabet edemeyeceklerini fark etmişlerdi. İlk olarak, serasker Mehmet Hüsrev Paşa, konağında eğitmekte olduğu, 10-12 yaşlarındaki köle çocuklarından 4’ünü (Abdüllatif, Ahmed, Hüseyin ve Edhem), 1831 yılı başlarında, kendi parası ile Paris’e (İnstitution Barbet) gönderir. Birkaç yıl sonra da (1834-39 arasında), devlet eliyle 80 kadar öğrenci daha Paris’e, Viyana’ya ve Londra’ya gönderilir. Bu şekilde, eğitim için Avrupa ülkelerine gönderilen gençlerin geriye dönüşleri ile ilgili hiçbir planlama yapılmadığı için, hiçbir fayda elde edilemedi… Dolayısı ile de, alışılmışın dışında hal ve hareketleri olan bu gençlerle, devlet idarecilerinin (ve tabii sarayın da) araları açılır. Bu gençler, bilhassa Tanzimat döneminden itibaren etkin olarak ortaya çıkan Genç Türkler (Jön Türkler) hareketinin öncüleri oldular. Ne var ki, bilhassa siyasi konularda son derece tecrübesiz ve toy olan bu gençler, devletin amansız baskılarına ve takibatlarına maruz kaldılar.   SARAY, DIŞARIYA EĞİTİME GÖNDERDİĞİ GENÇLERLE KAVGAYA TUTUŞTU! Zaman içinde iyice radikalleştiler ve sürekli kaybedilmekte olan savaşlardaki siyasi hatalardan şikayetçi olan genç subaylarla bir araya geldiler ve 1889’da, yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı bir öğütlenmeye gittiler. O dönemde Avrupa ülkelerinde esmekte olan siyasi rüzgarların etkisinde kaldıkları anlaşılan bu gençlerin başlıca sloganları, “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) ve Adalet” idi. Tabii, Osmanlı tebaası ve yöneticileri için bu kavramlar son derece yabancıydı! Bir de, Osmanlı devletinde, “Türk” olmanın aşağılandığı ve “tehlikeli görüldüğü” bir zamanda, “Türk olmayı önemseyen ve öne çıkaran” görüşler ileri sürmeleri, toplumda bir hayli yadırganıyor, saray ve çevresi tarafından ise, “zararlı” görülüyordu! Halkın ve ülkenin karşı karşıya bulunduğu asıl gerçek ise, “devletin artık, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan risklere karşı, ülkesini ve halkını koruyamadığı”ydı. Böyle bir ortamda, “devleti ve ülkeyi kurtarma” idealleriyle, siyasi mahiyetli örgütlenme anlamında, Avrupa ülkelerinde eğitime gönderilmiş gençlerin öncülüğünde, ilk örnek Genç Türkler olsa da, akabinde “Genç Osmanlılar” ile ilk “ümmetçi” ve “Osmanlıcı” örgütlenmeler de ortaya çıktı. Osmanlıcılara ve ümmetçilere alabildiğine destek veren Osmanlı Sarayı(Yıldız), Genç Türkler’in analarından emdikleri sütleri burunlarından getiriyordu! Saray’ın resmi politikası ise, günümüzdeki “siyasi İslamcı”ların öncülü olan “siyasi ümmetçilik”ti… Bu şekilde, devlet batmaya devam etti… Çünkü, dünyanın diğer ülkelerinde yaşamakta olan Müslüman milletlerin hiçbiri bağımsız değillerdi; tamamı, Avrupa ülkelerinin sömürgeleriydiler.   ÜLKE VE DEVLET KAYBEDİLİRKEN Yüzyıllar boyunca üç kıta yedi iklim üzerinde egemen olan o muhteşem Osmanlı devletinin yıldızının sönmeye başladığı yıllar… Halk son derece perişan, kaybedilen topraklardan Anadolu’ya yönelik perişan göç dalgaları.. Ve tabii bu arada Avrupa ülkeleri Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş, ekonomi ve ticaret başta olmak zere, askerî alanda da, baş edilmesi hiç de kolay olmayacak teknolojik güçleri üretir hale gelmişlerdi. Yıldırım hızıyla gelişmekte olan Avrupa ülkelerine karşı var olma savaşı vermek durumunda olan Osmanlı devleti, eğitim için dışarıya gönderdiği kendi evlatlarını güçlenmek için kullanmayı becermeyip, onlarla kavgaya tutuşunca, kader ağlarını örmeye başlıyor… Halbuki, Osmanlı’dan 30-40 yıl sonra Avrupa ülkelerine öğrenci göndermeye başlayan Japonya (Meiji Dönemi, 1868-1912), “dışarıda eğitime gönderdiği gençlerin dönüşlerini çok iyi planlayarak ve onlarla çatışmayarak”, 50-60 yıl içinde “Japon Mucizesi”ni yaratmışlardı. Toplum tarafından, “Japon olma”nın “en büyük onur” olarak görüldüğü Japonya, 155 yıldır bugün de, İmparator Meiji’nin başlattığı “kalkınma ve ilerleme” ülküsünü baş tacı etmeye devam ediyor! Osmanlı Devleti’nde ise, “devleti battığı bataklıktan çıkarmak” iddiası ve amacı ile ortaya çıkan başta İttihat ve Terakki Fırkası olmak üzere, tüm siyasi görüşler (yabancı güçlerin destekledikleri ve organize ettikleri siyasi hareketler bir yana), tüm iyi niyetlerine rağmen, “tecrübe ve entelektüel yetersizlik”leri sebebiyle, yıkılışı daha da hızlandırmışlar ve Türk insanının ağır felaketlere duçar olmasına sebep olmuşlardır.   ÇANAKKALE ZAFERİ NE İŞE YARADI? Bugünlerde, “18 Mart Çanakkale Zaferi”nin, 108’inci yılını kutluyoruz. Dünya tarihine “Çanakkale geçilmez” ifadesini yazdıran olağanüstü muhteşem bir direnişe ve çok büyük bir zafer kazanılmasına rağmen, 250 bin genç ve eğitimli insanımızın kaybına malolan bu başarı, Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya yetmemiştir. düşmanlarımız, “savaşarak geçemedikleri” Çanakkale Boğazı’nı, zaferden 4 yıl sonra, “Türk askeri tarafından selamlanarak” geçmişler ve İstanbul’u işgal etmişlerdir. Çanakkale Savaşlarının, Türk milleti için en büyük kazanımı, Yarbay Mustafa Kemal’in, Anafartalar komutanı olarak gösterdiği olağanüstü başarılarla savaşın seyrini tersine çevirerek, “Mustafa Kemal Paşa” olarak yükselmesi ve yıldızının parlamasıdır. 19 Mayıs 1919’dan itibaren, halkın Kuva-yı Milliye ruhu ile Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplanmasını sağlayan en büyük etken, Çanakkale Savaşlarıdır. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi (Ateşkes Antlaşması)  sonrasında, I. Dünya Savaşı’nın galipleri, köşe-bucak ülkemizi işgale başladıklarında, Osmanlı Sarayı’nın yapabileceği hiçbir şey yoktu! İşte o dehşetli acı günlerde halkın hararetli bir şekilde konuşmakta olduğu başlıca üç farklı “kurtuluş reçetesi” vardı: KUVA-YI MİLLİYECİLER: Genç Türklerin (ve sonra da İttihatçıların) devamı sayılabilecek, ülkenin önde gelen aydınlarının öncülük ettiği kesim. 17 Şubat 1920 tarihinde Osmanlı Meclis-i Mebûsanı tarafından kabul edilen, “Misak-ı Milli” sınırları içinde, yeni bağımsız bir Türk devletinin kurulması gerektiğini savunarak, bu ideal doğrultusunda örgütlü bir mücadele başlatmışlardı. SARAY YANLILARI: Mondros Mütarekesi’ne (ve daha sonra da Sevr Antlaşması’na) uyulması gerektiğini savunan ve bu bağlamda Osmanlı Sarayı’nın iradesine, yani Halifeye (Padişaha) tabi olanlar. Bunlar, daha önceki yılların Osmanlıcıları ve siyasi ümmetçileriydiler. Maalesef bu grup, istiklal Savaşı yıllarında, sözde “halifeye itaat” adı altında, işgalci düşmanlarla işbirliği yapmışlardır. MANDACILAR: İşgalden arta kalacak topraklarda, küçük bir devlet halinde, güçlü ülkelerden birinin (ABD, İngiltere vb) mandası altına girmek. Bunlar, hiçbir milli ya da dini idealleri olmayan, gündelik hayatlarının konforlarını koruma derdinde olan, belli seviyede mektep-medrese filan görmüş orta halli insanlardı. Tarihi gelişmeler, Kuva-yı Milliyecilerin hedefleri ve görüşleri istikametinde cereyan etti ve nihayetinde, 29 Ekim 1923 tarihinde “Cumhuriyet” ilan edildi.   KUVA-YI MİLLİYECİLERLE DİĞERLERİNİN KAVGASI BİTMEDİ! Peki, Kurtuluş savaşı kazanıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra ne oldu? “Mandacılar” ile Osmanlıcı ve İslamcıların bir araya geldikleri “Saray Yanlıları” ne oldular? Bunlar, zaferden ve yeni devlet kurulduktan sonra,  ülkeyi mi terk ettiler? Elbette hayır! Ya, savundukları görüşlerden mi vaz geçtiler? Maalesef hayır! Bu iki gruba mensup olanlar, ya kuyruklarını kıstırıp kendi köşelerine çekildiler, ya da günlük gelişmelere ayak uydurarak (ulu orta yerlerde eski görüşlerinden hiç söz etmeyerek), toplum ve devlet hayatına katıldılar. Peki, ne zamana kadar bu böyle devam etti? Bu kesimlerin ileri gelen isimlerinin bir kısmı, muhalif başka partiler kurmaya teşebbüs ederken, bir kısmı da, yerel güçlerini kullanarak, CHP içinde siyaset yaptılar bir süre. 1945 yılına gelindiğinde, yeterince güçlendiklerini, ülke ve dünya şartlarının da uygun olduğunu düşündüler ve CHP’nin, “topraksız köylülerin toprak sahibi yapılması”na dair kanun teklifine karşı, bunu bahane ederek 07 Haziran 1945 tarihinde, “Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan” imzaları ile yayınladıkları o meşhur “4’lü Takrir”le CHP’den ayrılarak, 07 Ocak 1946'da Demokrat Parti’yi kurdular. Aynı yıl yapılan Milletvekili Seçimleri’nde (CHP 397, DP 61 ve Bğmsz. 7) iktidar olamasalar da, Meclis’te, küçümsenemeyecek bir grup kurmayı başardılar. İşte, “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e ve TC Devleti’nin kuruluş ilkelerine kaşı” ilk örgütlü mücadele bu şekilde başlamış oldu. Cumhuriyeti yüceltmek için çalışanlar karşı her alanda amansız bir mücadele veren mandacılar ve saray yanlıları, nihayet 2002’de, hedefledikleri seviyeye geldiler.   GELELİM SON 20 YILA! Hiç kimse bugün, 20 yıllık AK Parti iktidarında, “Atatürk İlkeleri’ne ve Cumhuriyeti kuran siyasi irade”ye karşı ortaya çıkan yaygın düşmanlık, son derece önemlidir. 2002’den bu yana devam eden “tek parti iktidarı”nda, Cumhuriyeti kuran Kuva-yı Milliye ruhu, çok büyük tahribata uğratılmıştır. İşte bugün, 14 Mayıs’ta yeni bir seçim var ve bu seçim, birbuçuk asır önce, Genç Türklerle siyasi ümmetçiler ve Osmanlıcılar arasında başlayan ve 1919-23 arasında Kuva-yı Milliyeciler ile Mandacılar ve Saray Yanlıları arasında devam eden kavganın devamı olarak, son derece kritik bir önem taşımaktadır. Gayet açıktır ki, “eskinin mandacıları, saray yanlıları ve siyasi ümmetçileri”, Kuva-yı Milliye ruhuna karşı bugün de ittifak halindedirler. Ne var ki, maalesef ortada bir Mustafa Kemal karakteri yok! Korkarım, bu millet, bir asır önce Mondros Mütarekesi ile başlayan ve Kuva-yı Milliyecilerin zaferiyle sonuçlanan o zorlu günleri yeniden yaşayacak. “Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler” demiş Erzurumlu İbrahim Hakkı… Cenab-ı Allah, millet ve devlet olarak, encamımızı hayreyle…
Ekleme Tarihi: 21 Mart 2023 - Salı

DEVLETİN, DIŞARIYA ÖLÇÜSÜZ VE HESAPSIZ BORÇLANDIRILMASININ SONU

Ülkemiz, sanki, hem siyasi ve hem de ekonomik şartlar bakımından, Osmanlı devletinin ağır yenilgisi ile sonuçlanan, bizim “93 Harbi” dediğimiz, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra başlayan karanlık bir döneme girmiş gibi görünüyor.

17. yüzyıl sonlarından (1683 II. Viyana bozgunundan) itibaren, girdiği tüm savaşları kaybeden Osmanlı Devleti, ilki 1854 yılında (İngiltere’den) olmak üzere, yabancı ülkelerden borç para almaya başlamıştı. 1874 yılına kadar geçen 20 yıl içinde, 15 ayrı dış borçlanma ile, dışarıdan alınan toplam borç, 239 milyon Osmanlı Altın Lirasıdır (Bugünkü değerle yaklaşık 104 milyar ABD Doları). Tabii, Osmanlı devleti, daha sonra da 1915 yılına kadar, dışarıdan borç almayı sürdürmüştür.

1983 yılında, Turgut Özal iktidara geldiğinde, Türkiye’nin toplam dış borcu, sadece 18,3 milyar Dolar, o yılki Gayrisafi Milli Hasıla’sı (GSMH) ise, 61,678 milyar Dolar; yani, dış borçlar, GSMH’nın 3’te 1’inden daha azdı! 10 yıl sonra, yani 1993’te,  dış borçlar 84,8 milyar Dolar iken, o yılki GSMH 180,2 milyar Dolardı; yani dış borçlar yıllık GSMH’nın yarısına yaklaşmıştı!

Bugün ise, dış borçlara, “dövize endeksli iç borçlar” ile, “müşteri garantili” gerekli-gereksiz yatırımlar için ödenecek (hesaplanabildiği kadarı ile) miktarlar da eklendiğinde, Türkiye’nin döviz borç toplamı, GSMH’nın iki katını geçiyor. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında, dış borç toplamı sadece 129 milyar Dolar civarındayken, bugün bu rakam 500 milyar Doları aşmıştır. Bu arada, Dış Ticaret Cari Açığının da, 2002 yılına göre 71 kat artarak 44 milyar Doları aşması, bir diğer çok ciddi ekonomik ve mali risk faktörüdür. Tüm bunlar, Türkiye’nin, 1983’e göre bugün, 10-12 kat ekonomik risk altında bulunduğunu gösteriyor.

TARİHİMİZDE, DEVLETİN İLK İFLÂS İLANI: “1875 MORATORYUMU”

Dışarıdan alınan borçların, savaşlara ve birbirinden lüks sarayların yapımına harcanması nedeniyle, Osmanlı maliyesi tıkandı ve Sultan Abdülaziz tarafından, 06-07-10 Ekim 1875’de (H. 06-07-10 Ramazan 1292) çıkarılan “Ramazan Kararnameleri” ile, “moratoryum (devlet iflası)” ilan edilerek, alacaklı devletlere, “borçlarının ödenemeyeceği” bildirildi. Bu arada, Türk tarihindeki ikinci (ve en son) moratoryumun, Cumhuriyet döneminde, Başbakan Adnan Menderes tarafından, 04.08.1958 tarihinde ilan edildiğini de hatırlatmakta yarar görüyorum. Ayrıca, 1950-60 arasındak10 yıl içinde DP Hükümetleri tarafından yapılan akıl almaz derecede vahim “dış borç anlaşmaları” da, ciltlere sığmayacak kitap konusudur.

Osmanlı devleti tarafından moratoryum ilanından yaklaşık on ay sonra, 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz, kendi atadığı Bakanların ortak kararı ile tahtından indirildi (5 gün sonra, şüpheli odasında ölü bulundu) ve V. Murat tahta oturtuldu; ancak, üç ay sonra, 31 Ağustos 1876'da, “deli olduğu” ileri sürülerek, bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve halka “Meşrutiyet yönetimine geçme sözü veren”  Sultan II. Abdülhamit (Genç Türkler’in de desteği ile) padişah ilan edildi. Tahta oturduğu yıl Meşrutiyet’e geçen ve ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açan II. Abdülhamit, bir yıl sonra meclisi kapattı ve kendi şahsi idaresini kurdu.  II. Abdülhamit, alacaklı devletleri birkaç yıl oyalamayı başardıysa da, 20 Aralık 1881 (H. 28 Muharrem 1299) tarihinde, ünlü “Muharrem Kararnamesi” ile “Düyûn-ı Umûmiye-i Osmaniye Vâridat-ı Muhassasa İdaresi”ni kurarak, borçları ödenmeye başlamayı kabul etti.

Yine burada, II.Abdülhamit’in, 27 Nisan 1909'da, Meclis-i Mebusân’ın kararı ile tahtından indirilmesine kadarki 33 yıllık saltanatı döneminde,  Osmanlı İmparatorluğu'nun, “en çok toprak kaybeden (1 milyon 592 bin 806 km²)” padişahlarından biri olduğunu ve ayrıca onun zamanında kaybedilen savaşların maliyet ve tazminat borçlarının da, 1874 yılına kadar alınan borçların, en az 7-8 katı olduğunu hatırlatmakta yarar var. 

Ne var ki, 1881’de kurulan ve başlıca görevi “devletin iç ve dış borçlarının ödenmesini sağlamak” olan Düyûn-ı Umûmiye İdaresi, sadre şifa olamadı. Alacaklı devletler de, I. Dünya Savaşı yıllarında, bir tür acımasız “icra” işlemi uyguladı ve Osmanlı devleti paramparça edildi. Ne yazık ki, tüm bunların faturasını, fakir Türk milleti ödedi! Osmanlı borçlarının, yaklaşık 480 milyar Dolarlık kısmı, 1924-1948 yılları arasında, densizin birinin birkaç yıl önce “çömez devlet” diyerek, güya küçümsemeye kalktığı, Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir.

 

OSMANLI DÖNEMİNDE, AVRUPA ÜLKELERİNE GÖNDERİLEN ÖĞRENCİLER

Osmanlı devlet yöneticileri, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde (Sultan II.Mahmut dönemi), mevcut geleneksel eğitim usulleriyle yetiştirilen kadrolarla, Avrupa ülkeleri ile rekabet edemeyeceklerini fark etmişlerdi. İlk olarak, serasker Mehmet Hüsrev Paşa, konağında eğitmekte olduğu, 10-12 yaşlarındaki köle çocuklarından 4’ünü (Abdüllatif, Ahmed, Hüseyin ve Edhem), 1831 yılı başlarında, kendi parası ile Paris’e (İnstitution Barbet) gönderir. Birkaç yıl sonra da (1834-39 arasında), devlet eliyle 80 kadar öğrenci daha Paris’e, Viyana’ya ve Londra’ya gönderilir. Bu şekilde, eğitim için Avrupa ülkelerine gönderilen gençlerin geriye dönüşleri ile ilgili hiçbir planlama yapılmadığı için, hiçbir fayda elde edilemedi… Dolayısı ile de, alışılmışın dışında hal ve hareketleri olan bu gençlerle, devlet idarecilerinin (ve tabii sarayın da) araları açılır. Bu gençler, bilhassa Tanzimat döneminden itibaren etkin olarak ortaya çıkan Genç Türkler (Jön Türkler) hareketinin öncüleri oldular. Ne var ki, bilhassa siyasi konularda son derece tecrübesiz ve toy olan bu gençler, devletin amansız baskılarına ve takibatlarına maruz kaldılar.

 

SARAY, DIŞARIYA EĞİTİME GÖNDERDİĞİ GENÇLERLE KAVGAYA TUTUŞTU!

Zaman içinde iyice radikalleştiler ve sürekli kaybedilmekte olan savaşlardaki siyasi hatalardan şikayetçi olan genç subaylarla bir araya geldiler ve 1889’da, yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı bir öğütlenmeye gittiler. O dönemde Avrupa ülkelerinde esmekte olan siyasi rüzgarların etkisinde kaldıkları anlaşılan bu gençlerin başlıca sloganları, “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) ve Adalet” idi. Tabii, Osmanlı tebaası ve yöneticileri için bu kavramlar son derece yabancıydı! Bir de, Osmanlı devletinde, “Türk” olmanın aşağılandığı ve “tehlikeli görüldüğü” bir zamanda, “Türk olmayı önemseyen ve öne çıkaran” görüşler ileri sürmeleri, toplumda bir hayli yadırganıyor, saray ve çevresi tarafından ise, “zararlı” görülüyordu!

Halkın ve ülkenin karşı karşıya bulunduğu asıl gerçek ise, “devletin artık, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan risklere karşı, ülkesini ve halkını koruyamadığı”ydı. Böyle bir ortamda, “devleti ve ülkeyi kurtarma” idealleriyle, siyasi mahiyetli örgütlenme anlamında, Avrupa ülkelerinde eğitime gönderilmiş gençlerin öncülüğünde, ilk örnek Genç Türkler olsa da, akabinde “Genç Osmanlılar” ile ilk “ümmetçi” ve “Osmanlıcı” örgütlenmeler de ortaya çıktı.

Osmanlıcılara ve ümmetçilere alabildiğine destek veren Osmanlı Sarayı(Yıldız), Genç Türkler’in analarından emdikleri sütleri burunlarından getiriyordu! Saray’ın resmi politikası ise, günümüzdeki “siyasi İslamcı”ların öncülü olan “siyasi ümmetçilik”ti… Bu şekilde, devlet batmaya devam etti… Çünkü, dünyanın diğer ülkelerinde yaşamakta olan Müslüman milletlerin hiçbiri bağımsız değillerdi; tamamı, Avrupa ülkelerinin sömürgeleriydiler.

 

ÜLKE VE DEVLET KAYBEDİLİRKEN

Yüzyıllar boyunca üç kıta yedi iklim üzerinde egemen olan o muhteşem Osmanlı devletinin yıldızının sönmeye başladığı yıllar… Halk son derece perişan, kaybedilen topraklardan Anadolu’ya yönelik perişan göç dalgaları.. Ve tabii bu arada Avrupa ülkeleri Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş, ekonomi ve ticaret başta olmak zere, askerî alanda da, baş edilmesi hiç de kolay olmayacak teknolojik güçleri üretir hale gelmişlerdi.

Yıldırım hızıyla gelişmekte olan Avrupa ülkelerine karşı var olma savaşı vermek durumunda olan Osmanlı devleti, eğitim için dışarıya gönderdiği kendi evlatlarını güçlenmek için kullanmayı becermeyip, onlarla kavgaya tutuşunca, kader ağlarını örmeye başlıyor… Halbuki, Osmanlı’dan 30-40 yıl sonra Avrupa ülkelerine öğrenci göndermeye başlayan Japonya (Meiji Dönemi, 1868-1912), “dışarıda eğitime gönderdiği gençlerin dönüşlerini çok iyi planlayarak ve onlarla çatışmayarak”, 50-60 yıl içinde “Japon Mucizesi”ni yaratmışlardı. Toplum tarafından, “Japon olma”nın “en büyük onur” olarak görüldüğü Japonya, 155 yıldır bugün de, İmparator Meiji’nin başlattığı “kalkınma ve ilerleme” ülküsünü baş tacı etmeye devam ediyor!

Osmanlı Devleti’nde ise, “devleti battığı bataklıktan çıkarmak” iddiası ve amacı ile ortaya çıkan başta İttihat ve Terakki Fırkası olmak üzere, tüm siyasi görüşler (yabancı güçlerin destekledikleri ve organize ettikleri siyasi hareketler bir yana), tüm iyi niyetlerine rağmen, “tecrübe ve entelektüel yetersizlik”leri sebebiyle, yıkılışı daha da hızlandırmışlar ve Türk insanının ağır felaketlere duçar olmasına sebep olmuşlardır.

 

ÇANAKKALE ZAFERİ NE İŞE YARADI?

Bugünlerde, “18 Mart Çanakkale Zaferi”nin, 108’inci yılını kutluyoruz. Dünya tarihine “Çanakkale geçilmez” ifadesini yazdıran olağanüstü muhteşem bir direnişe ve çok büyük bir zafer kazanılmasına rağmen, 250 bin genç ve eğitimli insanımızın kaybına malolan bu başarı, Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya yetmemiştir. düşmanlarımız, “savaşarak geçemedikleri” Çanakkale Boğazı’nı, zaferden 4 yıl sonra, “Türk askeri tarafından selamlanarak” geçmişler ve İstanbul’u işgal etmişlerdir.

Çanakkale Savaşlarının, Türk milleti için en büyük kazanımı, Yarbay Mustafa Kemal’in, Anafartalar komutanı olarak gösterdiği olağanüstü başarılarla savaşın seyrini tersine çevirerek, “Mustafa Kemal Paşa” olarak yükselmesi ve yıldızının parlamasıdır. 19 Mayıs 1919’dan itibaren, halkın Kuva-yı Milliye ruhu ile Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplanmasını sağlayan en büyük etken, Çanakkale Savaşlarıdır.

30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi (Ateşkes Antlaşması)  sonrasında, I. Dünya Savaşı’nın galipleri, köşe-bucak ülkemizi işgale başladıklarında, Osmanlı Sarayı’nın yapabileceği hiçbir şey yoktu! İşte o dehşetli acı günlerde halkın hararetli bir şekilde konuşmakta olduğu başlıca üç farklı “kurtuluş reçetesi” vardı:

  1. KUVA-YI MİLLİYECİLER: Genç Türklerin (ve sonra da İttihatçıların) devamı sayılabilecek, ülkenin önde gelen aydınlarının öncülük ettiği kesim. 17 Şubat 1920 tarihinde Osmanlı Meclis-i Mebûsanı tarafından kabul edilen, “Misak-ı Milli” sınırları içinde, yeni bağımsız bir Türk devletinin kurulması gerektiğini savunarak, bu ideal doğrultusunda örgütlü bir mücadele başlatmışlardı.
  2. SARAY YANLILARI: Mondros Mütarekesi’ne (ve daha sonra da Sevr Antlaşması’na) uyulması gerektiğini savunan ve bu bağlamda Osmanlı Sarayı’nın iradesine, yani Halifeye (Padişaha) tabi olanlar. Bunlar, daha önceki yılların Osmanlıcıları ve siyasi ümmetçileriydiler. Maalesef bu grup, istiklal Savaşı yıllarında, sözde “halifeye itaat” adı altında, işgalci düşmanlarla işbirliği yapmışlardır.
  3. MANDACILAR: İşgalden arta kalacak topraklarda, küçük bir devlet halinde, güçlü ülkelerden birinin (ABD, İngiltere vb) mandası altına girmek. Bunlar, hiçbir milli ya da dini idealleri olmayan, gündelik hayatlarının konforlarını koruma derdinde olan, belli seviyede mektep-medrese filan görmüş orta halli insanlardı.

Tarihi gelişmeler, Kuva-yı Milliyecilerin hedefleri ve görüşleri istikametinde cereyan etti ve nihayetinde, 29 Ekim 1923 tarihinde “Cumhuriyet” ilan edildi.

 

KUVA-YI MİLLİYECİLERLE DİĞERLERİNİN KAVGASI BİTMEDİ!

Peki, Kurtuluş savaşı kazanıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra ne oldu? “Mandacılar” ile Osmanlıcı ve İslamcıların bir araya geldikleri “Saray Yanlıları” ne oldular? Bunlar, zaferden ve yeni devlet kurulduktan sonra,  ülkeyi mi terk ettiler? Elbette hayır! Ya, savundukları görüşlerden mi vaz geçtiler? Maalesef hayır! Bu iki gruba mensup olanlar, ya kuyruklarını kıstırıp kendi köşelerine çekildiler, ya da günlük gelişmelere ayak uydurarak (ulu orta yerlerde eski görüşlerinden hiç söz etmeyerek), toplum ve devlet hayatına katıldılar. Peki, ne zamana kadar bu böyle devam etti?

Bu kesimlerin ileri gelen isimlerinin bir kısmı, muhalif başka partiler kurmaya teşebbüs ederken, bir kısmı da, yerel güçlerini kullanarak, CHP içinde siyaset yaptılar bir süre. 1945 yılına gelindiğinde, yeterince güçlendiklerini, ülke ve dünya şartlarının da uygun olduğunu düşündüler ve CHP’nin, “topraksız köylülerin toprak sahibi yapılması”na dair kanun teklifine karşı, bunu bahane ederek 07 Haziran 1945 tarihinde, “Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan” imzaları ile yayınladıkları o meşhur “4’lü Takrir”le CHP’den ayrılarak, 07 Ocak 1946'da Demokrat Parti’yi kurdular. Aynı yıl yapılan Milletvekili Seçimleri’nde (CHP 397, DP 61 ve Bğmsz. 7) iktidar olamasalar da, Meclis’te, küçümsenemeyecek bir grup kurmayı başardılar.

İşte, “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e ve TC Devleti’nin kuruluş ilkelerine kaşı” ilk örgütlü mücadele bu şekilde başlamış oldu. Cumhuriyeti yüceltmek için çalışanlar karşı her alanda amansız bir mücadele veren mandacılar ve saray yanlıları, nihayet 2002’de, hedefledikleri seviyeye geldiler.

 

GELELİM SON 20 YILA!

Hiç kimse bugün, 20 yıllık AK Parti iktidarında, “Atatürk İlkeleri’ne ve Cumhuriyeti kuran siyasi irade”ye karşı ortaya çıkan yaygın düşmanlık, son derece önemlidir. 2002’den bu yana devam eden “tek parti iktidarı”nda, Cumhuriyeti kuran Kuva-yı Milliye ruhu, çok büyük tahribata uğratılmıştır.

İşte bugün, 14 Mayıs’ta yeni bir seçim var ve bu seçim, birbuçuk asır önce, Genç Türklerle siyasi ümmetçiler ve Osmanlıcılar arasında başlayan ve 1919-23 arasında Kuva-yı Milliyeciler ile Mandacılar ve Saray Yanlıları arasında devam eden kavganın devamı olarak, son derece kritik bir önem taşımaktadır. Gayet açıktır ki, “eskinin mandacıları, saray yanlıları ve siyasi ümmetçileri”, Kuva-yı Milliye ruhuna karşı bugün de ittifak halindedirler.

Ne var ki, maalesef ortada bir Mustafa Kemal karakteri yok! Korkarım, bu millet, bir asır önce Mondros Mütarekesi ile başlayan ve Kuva-yı Milliyecilerin zaferiyle sonuçlanan o zorlu günleri yeniden yaşayacak.

Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler” demiş Erzurumlu İbrahim Hakkı…

Cenab-ı Allah, millet ve devlet olarak, encamımızı hayreyle…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.