Birkaç gün önce, ülkemizin önde gelen gazetecilerinden Fatih Altaylı’nın gözaltına alınması ile, artık gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, iktidara karşı “etkili muhalefet” yapanlar, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” ya da “Cumhurbaşkanına hakaret” vb. gibi, “ortada hiçbir somut delil olmaksızın”, hayali ve genel suçlamalarla gözaltına alınıyor ve/veya tutuklanıyor. Sonra da, “Diplomasız(2017)” adlı kitabın yazarı Ergün Poyraz gibi, yerel mahkeme tarafından verilen ve bölge mahkemesi tarafından onaylanan(?) ceza, Yargıtay tarafından “oybirliği” ile bozularak, 2 yıl 4 ay hapis cezası verilen yazar beraat ettiriliyor.
Hedef alınan kişi eğer “siyasetçi” ise, bu sefer yukarıdaki suçlamaların yanı sıra, tehdit, rüşvet vb. gibi şaibeli yöntemlerle temin edilen “gizli tanık”ların ifadelerine dayalı (ama elde herhangi bir somut bilgi ve belge olmaksızın) “yolsuzluk” suçlamalarına ağırlık veriliyor! Örneğin, gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en favori adayı olarak öne çıkan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun (basına yansıdığı kadarı ile pek çoğu hayli komik duyumlara ve söylentilere dayalı), gizli tanık ifadeleriyle tutuklanmasında olduğu gibi…
Bilindiği üzere, daha önce de, Gezi Parkı Davası kapsamında 18 yıl ceza verilen (ve 2023 seçimlerinde “milletvekili adayı olması uygun görülen” ve seçildiği halde mazbatası verilmeyen) Türkiye İşçi Partili Av. Can Atalay (Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararına rağmen) 6 yıldır, işadamı (ve insan hakları aktivisti) Osman Kavala 8 yıldır, 20.09.2019 tarihinde Kobani olaylarıyla ilişkili davada tutuklanan ve 42 yıl hapis cezası verilen Halkların Demokratik Partisi eş genel başkanı Av. Selahattin Demirtaş (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “suçsuz olduğu ve serbest bırakılması gerektiği”ne dair kararına rağmen) vb. gibi, kamuoyunda adları bilinen ve bilinmeyen pek çok siyasetçi ve o siyasetçilere maddi destek sağladıkları düşünülen işadamları, iktidara karşı kamuoyu üzerinde belirgin etkilere sahip oldukları görüldüğünden tutuklu bulunuyorlar.
“KORKU DAĞLARI BEKLER” DERLER…
Oldukça uzun bir zamandan bu yana, iktidar cenahından kaynaklanan ve kamuoyu üzerinde etkili olan korku bulutları giderek ağırlaşıyor. İşte gazeteci İsmail Saymaz örneği… Sudan bir sebeple gözaltına alındı, kısa bir süre hapiste tutulduktan sonra “ev hapsi”ne gönderildi ve böylece, İsmail Saymaz’ın iktidara muhalif söz ve davranışları ortadan kaldırılmış oldu. İsmail Saymaz susturulunca, halk Fatih Altaylı’ya döndü ve şimdi de o gözaltına alındı ve muhtemelen de tutuklanacak… Bakalım sıra hangi muhalif gazetecide ve önümüzdeki günlerde kim gözaltına alınacak!
Öyle anlaşılıyor ki, iktidar cenahındakiler, muhalif söylemleri ile kendilerini sıkıntıya sokmakta olan isimlerin seslerini, onlar üzerinde etkili olacağını öngördükleri her türlü yol ve yöntemleri kullanarak, devlet gücüyle kesmekle, saltanatlarının sürdürülebileceğini zannediyorlar. Halbuki tarih (bir süre etkili olduğu zannedilse de), bunun mümkün olamayacağına dair örneklerle doludur. Hapishanelerde, iktidara karşı muhalif söylemleri ile etkili olan insanlar çoğaldığında, en başta aileleri, akrabaları ve dostları olmak üzere, halkın o insanlara değer veren kesimleri (yani sivil toplumsal muhalefet) giderek büyümeye başlar ve bir süre sonra, sadece maddi çıkarları öyle gerektirdiği için, her ne pahasına olursa olsun iktidarı destekleyenler azınlığa düşerler ve bu süreç çoğu zaman da, iktidarın lider kadrolarının felaketleri ile sonuçlanır. Bu husus, “siyaset sosyolojisi”nin en önemli teorilerinden biridir.
“TEK ADAM REJİMLERİ”NDE MUTLU SON YOK!
Devletlerarası ilişkiler ve rekabet konuları bakımından, kayda değer önemleri bulunmayan bazı Afrika ve uzak Asya ülkelerinde diktatörlerin saltanatları, o ülke ile olan ilişkilerinde çıkarı olan güçlerin (devletlerin ya da firmaların) destekleriyle, beklenenden daha uzun süre devam edebilir belki. Ancak, o dış desteğin sahipleri, o ülkede kendilerine çok daha iyi hizmet verecek bir başka partner bulduklarında, onların da sonları gelir, ama dünya pek duymaz. Türkiye gibi, hem kuzey-güney ve hem de doğu-batı eksenlerinde binlerce yıldır cereyan eden, belli başlı insani hareketlilik eksenlerinin kesişmekte olduğu Türkiye için benzer değerlendirmeler yapılamaz. Türkiye, yeryüzünde birbirleri ile rekabet halinde olan tüm güçler arasında, belli bir dengeyi tutturmak zorundadır. Aksi halde, bölgede çok büyük savaşlar çıkar.
Türkiye bağlamındaki çıkar hesapları bakımından, herhangi bir konuda, rakiplerine kıyasla ağır basan bir taraf ortaya çıktığında ve bu hususun hızla bir dengeye oturtulması zorunludur; aksi taktirde, diğer taraflar da, kendilerine benzer çıkarların sağlanması talebinde bulunmakta gecikmezler ve böylece, Türkiye’nin kendi iradesiyle sağla(ya)madığı dengeyi, dış müdahale ile sağlarlar ki, bunun tüm faturası da Türkiye’ye kesilir. O bakımdan, Türkiye’nin, dünyanın etkin güç merkezleri bakımından, tarihinden ve coğrafi konumundan kaynaklanan stratejik özelliklerini çok iyi değerlendirmek, tam bağımsızlığın bir gereği olarak, o dengeleri kendi iradesi ile sağlamak ve korumak gibi bir mecburiyeti vardır. Bu konuda verilebilecek en önemli örnek, Montreux Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936)’dir
ERDOĞAN’IN DİPLOMASI VE YARGITAY’IN KARARI
“Bir insanın öğrenim durumunun ne olduğu ve en son hangi diplomaya sahip olduğu” gibi bir hususun, dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir şekilde tartışması olamaz! Bilindiği üzere, 10. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin dolduğu 2014 yılından bu yana (o tarihte ilk kez Cumhurbaşkanlığına aday olan), Erdoğan’ın dört yıllık üniversite (lisans) diplomasının olup-olmadığı tartışılıyor. Dış dünyanın, Türkiye’deki bu tartışmaya hiç akıl ermiyor! Öyle ya, bir insanın diploması neden tartışma konusu olsun ki? Yabancı basın-yayın kuruluşları o tarihlerde, Türkiye’ye özel muhabirler göndererek, konuyu oldukça etkili bir şekilde araştırdılar hepsi de, “Erdoğan’ın lisans diplomasının olmadığı” bilgisine ulaştıklarına dair açıklamalar ve bu bilgilere dayalı sayısız yayınlar yaptılar, çoğu da “tartıştıkları şeye bakın” diyerek, alenen Türk halkı ile dalga geçtiler.
Geçtiğimiz Mart ayı başında, Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin, “oybirliği” ile verdiği bir kararla (03.03.2025 Tarih ve 2022/10565 Esas, 2025/3876 Karar sayılı), bu konuda ilginç bir gelişme ortaya çıktı. 2017 yılında yayınlanan ve bugüne kadar sanırım 20 baskıya ulaşan “Diplomasız” adlı kitabı nedeniyle, Erdoğan’ın avukatları, gazeteci-yazar Ergün Poyraz aleyhine, 2019’da bir dava açtılar. İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada (sanırım 2022 yılıydı), Ergün Poyraz’a “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiası ile 2 yıl 4 ay hapis cezası verildi. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi de, bu cezayı onayladı; ancak bu karar, Ergün Poyraz’ın avukatları tarafından temyize götürüldü ve Yargıtay 4. Ceza Dairesi tarafından, 03.03.2025 tarihinde, karar oybirliği ile bozuldu. Bu arada, dava konusu kitabın piyasada serbestçe satılması ve okunması ile ilgili herhangi bir engel de söz konusu olmadı; o kitabı okumanızı size ısrarla önermek isterim. Orada, Erdoğan’ın, İstanbul İmam-Hatip Okulu’ndan sonra, herhangi bir başka okula gittiğine dair kaydın bulunmadığına dair bilgileri, somut belgeleri ile bulacaksınız.
Yıllardır ortaya konan sayısız belgelere rağmen, ilginç bir şekilde Erdoğan 9 yıldır o koltukta oturmaya devam edebiliyor! Ne yazıktır ki, bu durumda devletin gerekli işlemleri yapacak bilinen bir mercii yoktur! AK Parti fanatikleri ile 23 yıldır iktidar nimetlerinden nemalan(dırıl)makta olan kesimler için, Erdoğan’ın öğrenim durumunun zerre önemi yoktur. O nedenle, bu konudaki problemin tek kaynağı olarak gördükleri Anayasa’nın mutlaka değişmesi gerektiğini düşünüyorlar ve bunu hararetle arzu ediyorlar. Çünkü, kendi bireysel geleceklerini, Anayasa’nın değiştirilerek, Erdoğan’ın üzerindeki bu “diplomasızlık gölgesi”nin, ne pahasına olursa olsun kaldırılmasında görüyorlar.
İKTİDARIN ÖNLEM ADINA ATTIĞI HER ADIM TERS ETKİ YAPIYOR
Gerek yıllardır ortalıkta dolaşmakta olan şaibeler ve gerekse ayyuka çıkan yolsuzluklarda, Erdoğan ve ailesi (ve hatta AK Parti de) artık yalnız değildir. İktidar cenahı ile ilgili olarak, milletin dilinden düşmeyen usulsüzlük söylentileri, kamuoyu nezdinde giderek güçleniyor ve Erdoğan’ın siyasi reytingi ciddi bir şekilde düşüyor. İşte Erdoğan, kamuoyundaki bu değişimin sebebi olarak gördüğü insanları tek tek hapse attırarak, seslerini kesmeye çalışıyor.
Ancak, her tutuklamada ve mahkemeler tarafından verilen her cezada, halkın yargıya olan güveni gözle görünür bir şekilde daha da yıpranıyor. Örneğin, geçen 19 Mart’ta gözaltına alınarak tutuklanan Ekrem İmamoğlu hakkındaki, iktidar medyası ve internet trolleri tarafından kampanya halinde yayınlanmakta ve paylaşılmakta olan suç iddialarına inanmayarak, İmamoğlu’nun masum ve davanın da tamamen siyasî olduğuna inananların oranının %80’leri aştığı, pek çok kamuoyu araştırma şirketi tarafından rapor ediliyor. Elbette bu durum, AK Parti’ye çalışmakta olan kamuoyu araştırma şirketleri tarafından da (kamuoyuna farklı açıklamalar yapsalar da) mutlaka tespit ediliyordur.
İktidar cenahında yer alan herkesin en büyük korkusu, Erdoğan’ın ağzından çıkanlara sorgusuz sualsiz inanacak ve iktidarı cansiperane savunacak insanların oranının %30’ların altına düşmesi. Çünkü bu “Erdoğan ve AK Parti iktidarı için tehlike çanlarının çalması” anlamına geliyor. Bu nedenle, iktidarın icraatları ile Türkiye’nin içerideki hâl-i pür melali ve uluslararası alanda karşı karşıya bulunduğu tehditler konusunda gerçekleri anlatarak kamuoyunu iktidara karşı etkileme gücü olanların, her ne pahasına olursa olsun bertaraf edilmeleri şart görünüyor.
Uzun sözün kısası, kamuoyu üzerinde, iktidar aleyhine etkili olan (en başta gazeteciler ve siyasetçiler olmak üzere) herkesin dikkatle takip, tespit ve bertaraf edilmeleri, iktidar açısından, “göz ardı edilmesi imkansız” bir zorunluluk olarak görülüyor. Ne var ki, bu amaçla (en başta yargı sistemi kullanılarak) atılan her adım, önlenmeye çalışılan etkiyi daha da güçlendiriyor.
Konuyla ilgili atalar sözünde ne deniliyordu: Korkunun ecele faydası yok!