“Kamuoyu”, siyasi iktidarların, kamu adına yaptıkları icraatlar ve izledikleri politikalar bakımından fevkalade önemlidir. Ülkede olumlu faaliyetlerin devamı ve olumsuzlukların önlenmesi, neredeyse, sadece “sağlıklı kamuoyu” ile mümkün olabilir. Daha önce de yazılarımızda pek çok kere konu ettiğimiz üzere, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması ve ortaya çıkması halkın, ülkede ve dünyada olup-bitmekte olan gündelik olaylar ve gelişmelerle ilgili olarak, “zamanında, tarafsız, doğru ve yeterli” bir şekilde bilgi sahibi olabilmesine bağlıdır ve bu, toplumların vaz geçilemez haklarının başında yer alır.
Seslerini halka duyurabilme imkanlarına ve gücüne sahip olanların, tamamen kendi kişisel çıkarları bağlamında çarpıtılmış, özel maksatlara göre kurgulanmış ve çoğu kez, zamanı geçmiş (ya da henüz gelmemiş), tek yanlı, yanlış ve yetersiz bir şekilde kurgulanmış yayın ve paylaşımlarla, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması, kolaylıkla engellenebilmektedir; ki bu, tüm dünyada suçtur. En başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, hemen hemen tüm ülkelerin hukuk sistemlerinde, gündelik olaylar ve gelişmelerle ilgili olarak halkın bilgilendirilmesinde, gazeteler, televizyonlar ve radyolar gibi konvansiyonel medya organları ile internetteki sosyal medya mecraları, halka zamanında, tarafsız, doğru ve yeterli bilgi verebilmeleri için, özel kanunlarla koruma altına alınmıştır. Tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, medya organlarını, sahiplerini, yöneticilerini ve çalışanlarını, meslekî faaliyetler bağlamında koruyan özel kanunlar ve hukuki düzenlemeler vardır(*).
YARGI, “RAKİPLERİ İMHA ARACI” OLARAK KULLANILMAMALI!
Ancak, ne var ki, devlet yönetiminde adaletin sağlanması bakımından temel bir zorunluluk olan “kuvvetler (yasama, yürütme, yargı) ayrılığı” ilkesinin ortadan kaldırıldığı günden bu yana, ülkemizde hukukun, basın-yayın sektöründe de, adalet kavramına hizmet ettiği söylenemez. Nitekim, yakın zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmalarında, halk nezdinde en fazla güven kaybetmekte olan kurum (Diyanet’ten sonra), “yargı”dır… Ne yazıktır ki bugün, ülkemiz yargı kurumu büyük ölçüde, sadece iktidar cenahının çıkarlarına hizmet eden bir zulüm mekanizması görünümündedir. Bu mekanizma, yayınları iktidar tarafından beğenilmeyen medya organlarını ve sosyal medya mecralarında paylaşımda bulunan kişileri cezalandırma aracı olarak kullanılmaktadır.
Ülkemizin ve milletimizin geleceğini ve kaderini yakından ilgilendiren iç ve dış olaylarla ilgili olarak, kamuoyuna yönelik yayınların ve paylaşımların (bir-iki istisna dışında), neredeyse tamamına yakını, olması gerektiği gibi, zamanında, tarafsız, doğru ve yeterli değildir. Uluslararası literatürde “dezenformasyon” olarak adlandırılan ve hemen tüm ülkelerde suç sayılan asılsız ya da çarpıtılmış yayınlar ve paylaşımlar, Türkiye’de maalesef, çoğu zaman devlet adına resmi sıfatlarla yapılmaktadır. T.C. İletişim Başkanlığı bünyesinde üç yıl önce kurulan “Dezenformasyonla Mücadele Merkezi”, dezenformasyonun engellenmesi(!) bir yana, bizatihi devlet adına resmî dezenformasyon yapan bir kurum görünümündedir. 2002 yılında iktidarı tek başına ele geçiren AK Parti’nin ilk ve en önemli icraatlarından biri, ülkede yayın yapmakta olan belli başlı basın-yayın organlarını (TV’leri, gazeteleri ve radyoları), halk tarafından “havuz medyası” olarak adlandırılan, tek merkezden yönetilen merkezî bir yapı altında toplamak olmuştur (2003-2007).
DEZENFORMASYON BOMBARDIMANI VE SONUÇLARI
Bununla yetinmeyen iktidar, başta (facebook, instagram, X, vb. gibi) sosyal medya mecraları olmak üzere, tüm internet yayınlarını kontrol altına almak ve dezenformasyon amaçlı kullanmak üzere, sayıları birkaç yüz bini aşan devasa “trol orduları” kurarak, kendi çıkarlarına hizmet etmeyecek doğru bilgilerin halka ulaşmasını engellemekte, toplumu, yalan-yanlış, özel maksatlarla kurgulanmış içerikli dezenformasyon bombardımanlarına tabi tutmaktadır.
İnsanlar, yıllardır maruz kaldıkları ve çoğunun aslı astarı olmayan ya da çarpıtılmış dezenformasyon bombardımanı sebebiyle, ülkemizin ve milletimizin geleceğini yakından ilgilendiren en önemli konularda bile, sağlıklı bir fikir sahibi olamamaktadırlar. Bugün artık Türkiye’de, hemen hiçbir konuda toplumsal fikir birliği sağlanamıyor, ülkemiz, her konuda her kafadan farklı seslerin çıkmakta olduğu, devlet gücü ve imkanları ile sesleri yükseltilmekte olanların görüşlerinin hakim olduğu, saçma sapan bir ortam haline gelmiştir. Öyle ki, ülkemiz ve milletimiz adına neyin doğru ve neyin yanlış olduğu konusunda, ülkede sağlıklı görüşlere sahip olan kimse kalmamış gibidir. Toplumun, herhangi bir konuda zamanında ve belli düzeyde doğruluğu olan ortak bir irade ortaya koyamıyor olması, devlet gücünü elinde bulunduranların pervasızca kendi bildiklerini okuyabilmelerine imkan vermektedir.
Tüm bu dile getirilen hususlar açısından bakıldığında, Türk milleti olarak, en başta şu “Terörsüz Türkiye” süreci, Suriye’deki gelişmeler ve orman yangınları olmak üzere, hemen hemen hiçbir konuda, iktidar üzerinde etkili olabilecek düzeyde, kayda değer düzeyde “ortak düşüncelere ve fikirlere” sahip değiliz. İktidar, geleceğimizi ilgilendiren her konuyu, sadece kendi çıkarları perspektifinden ele alıyor ve halka da hiçbir zaman doğru ve yeterli bilgi vermiyor. Halka yönelik sözde, “bilgilendirme” amaçlı açıklamaların, ele alınan konularla ilgili gerçeklerle bağdaşmadığı sık sık ortaya çıkıyor.
Ancak insanlar, bir önceki yalanlarla ilgili ortaya çıkan gerçekler üzerinde düşünmeye zaman bulamadan, iktidar ortaya yeni bir konu atıyor ve onunla ilgili yeni yalanlar söylüyor ve çarpıtılmış açıklamalar yapıyor. Son aylarda, Suriye, Terörsüz Türkiye, orman yangınları vb. gibi, kamuoyunu yakından ilgilendiren konularda, iktidar cenahından yapılan açıklamalar, bu durumun en son örnekleridir.
DEZENFORMASYON YÖNTEMLERİNİ, HER İKİ TARAF DA KULLANIYOR!
Tek taraflı olarak, kamuoyunu yanıltma amaçlı enformasyon bombardımanı konusunda sadece iktidarı suçlamak yeterli değildir; çünkü, muhalefet de, sahip olduğu imkanlara ve güce göre, kendi çıkarları doğrultusunda, iktidarla aynı şeyi yapıyor. Ancak, arada şöyle küçük bir fark var: Muhalefet, çoğu zaman “iktidar tarafından halka söylenen yalanlarla ilgili doğruları millete anlatmaya” çalışırken, iktidar, “muhalefetin yalan ve çarpıtılmış iddialarına dayalı söylemlerine karşı, kendi işine nasıl geliyorsa o şekilde yalan ve çarpıtılmış cevaplar” üretiyor…
Muhalefetin kamuoyuna ulaşabileceği tüm yolları kapatan ve/veya kontrol altına alan iktidar, halka her türlü yalanı söyleme gücüne sahip bulunuyor. Dahası, bunu kendisinin “en doğal hakkı” olarak gördüğünden, halka söyledikleri ve kendileri açısından önemli olan yalanları çürütebilen etkili muhalif sesleri, gazeteci İsmail Saymaz ve Fatih Altaylı örneklerinde olduğu gibi, yargı ve polis gücünü kullanarak susturuyor.
Halk üzerinde belirgin etkiye sahip olan siyasetçileri, yürürlükteki yasalarda suç sayılan fiilleri işlemekle itham ederek, keyfî tutuklamalar ve yargılamalar yapmakta olan iktidar, Ümit Özdağ ve Ekrem İmamoğlu tutuklamalarında, bu isimlerle ilgili olarak ortaya attığı iddiaları, elindeki devasa güce rağmen, insanlara kabul ettirememenin sıkıntılarını yaşıyor; çünkü, gerçeklerin “mutlaka ortaya çıkmak” gibi bir özelliği vardır.
Kendilerine muhalif olduklarını düşündükleri kişi ve kuruluşlarla ilgili olarak başlattıkları soruşturmalarda, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK)’nun ilgili maddeleriyle hükme bağlanmış olan “masumiyet karinesi” ile “soruşturmanın gizliliği” ilkesini yok sayan iktidar, sözde adlî işlemlerle ilgili olarak, henüz olayların savcılarının bile haberdar olmadıkları suçlamalarla, kamuoyunu kendilerine ve yaptıkları işlemlerin doğruluğuna, insanları gerektiği ölçüde inandıramıyor ve bu anında kamuoyu anketlerine yansıyor. Bu durumun en çarpıcı örneği, Ekrem İmamoğlu’nun, tutuklanmadan önce sahip olduğu kamuoyu desteğindeki artış hızının, tutuklandıktan sonra daha da yükselmesidir. Bu konuda, Erdoğan’ın kendi geçmişinden de pek ders almadığı anlaşılıyor…
MUHALEFET, “ÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYONU”NA KATILMALI MI?
İktidar tarafından, muhaliflerine yönelik olarak ileri sürülen iddiaların ve suçlamaların, adlî dosyalara girmeden günlerce önce, yandaş medya organlarında yayınlanması ve sosyal medya mecralarındaki trol hesaplarında paylaşılması, hukuk ve adalet adına fevkalade ciddi sakıncaları beraberinde getirmektedir. Ne var ki, kişi hakları bakımından son derece büyük sorunlar yaratmakta olan bu durum, Türkiye’de son yıllarda neredeyse hiç kimse tarafından umursanmamaktadır. 2010-2016 yıllarında, o dönemde FETÖ ile ortak olan iktidar tarafından, Balyoz ve Ergenekon davaları ile başlatılan, “masumiyet karinesi ve soruşturmanın gizliliği ilkesinin ihlalleri”, artık günümüzde, Türk yargı sisteminin, en doğal ve en temel özelliği haline getirilmiştir.
Bugün Türkiye’de halktan hiç kimse, Terörsüz Türkiye söylemi ile yürütülmekte olan süreç kapsamında nelerin yapılmakta olduğunu bilmiyor! Birkaç gün önce TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açıkladığı “Çözüm Süreci Komisyonu”nun, Meclis tarafından, konuyla ilgili alınması gereken kararların taslaklarını hazırlamanın ötesinde, iktidarın, bu süreç kapsamındaki ihanetlerine, TBMM’de temsil edilen tüm partileri ortak etme gayretinden başka, herhangi bir anlamı olabilir mi? Bu “Suç Ortaklığı Komisyonu”nun, ülkemizin bölünmesi süreciyle ilgili olarak, gerçekte sarayda alınmış olan kararları, sanki kendi karar tasarılarıymış gibi, meclis genel kuruluna sunma organı olmaktan öte anlamı olmayacaktır. O nedenle, bu komisyona üye veren tüm partiler, aynı ihanete katılmış ve iktidarla suç ortağı olacaklardır.
Dolayısı ile, gerçekten “muhalif” olan siyasi partilerin, bu Komisyonda yer almamaları ve böylece, ülkenin bölünmesi ve devletin parçalanması girişimlerinde, iktidarla suç ortağı konumuna düşmemeleri gerekir.
_______________
(*) https://www.tgc.org.tr/kurumsal/basin-mevzuati.html
---------------------
28 Temmuz 2025