Milletlerin kaderlerini belirleyenler, öğretmenlerdir! En zekî ve en ahlâklı çocuklarımız öğretmen yapılmalı ve en yüksek maaşlar da onlara ödenmelidir. Öğretmenden üstün kişilik ve öğretmenden yüksek maaş olmaz; olursa o toplum batar... Güçlü toplumları, ancak ve sadece öğretmenler inşa edebilir, diğer hiçbir meslekî alanda eğitim alamayıp, “öğretmen diploması” ve “üç kuruş maaş” verilerek, gündelik geçim derdi ile boğuşmak zorunda bırakılan zavallılar değil!
Bizde, öğretmenlerle ve bilim insanları ile ilgili oldukça parlak tarihi hikâyeler (menkıbeler) ve anekdotlar anlatılır; ancak, o hikâye ve anekdotlarda anlatılan hususların, bugünü de kapsaması gerektiğini kimse düşünmez! Örneğin Yavuz Sultan Selim’in, hocası İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurla lekelenen kaftanını temizletmeyip, “Hocamın atının ayağından sıçrayan çamur, benim kaftanımın en değerli süsüdür.” diyerek, muhafaza ettiği, Fatih Sultan Mehmed’in, Osmanlı Devleti’nin ilk üniversitesi olan Fatih Medresesi’ni kurduğu anlatılır; ancak, bugünün devlet ricalinde o anlayıştan eser olmamasını kimse düşünmez ve umursamaz.
EĞİTİM, SAVAŞTAN ÇOK DAHA ÖNEMLİ VE ÖNCELİKLİ…
Aynı şekilde, Milli Mücadele’nin ilk en büyük çatışmalarından biri olan Sakarya Meydan Savaşı’nın (23 Ağustos-13 Eylül 1921) en kritik günlerinde (komutanların ısrarlı tekliflerine ve kaburga kemiğinin kırılmış olmasına rağmen), toplanma tarihi önceden belirlenen ve ilan edilen Maarif Kongresi’ni (16-21 Temmuz 1921) erteletmeyip, bir de, bir günlüğüne cepheden Ankara’ya gelerek, Kongre’nin açılışına katılan Mustafa Kemal Paşa’nın, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bütçe görüşmelerinden birinin öncesinde kendisine, milletvekillerinin maaşları ile ilgili nasıl bir yol izlenmesi gerektiği sorulduğunda, “Öğretmenlerin maaşlarını geçmesin!” talimatı verdiği ballandıra ballandıra anlatılır; ama, günümüz öğretmenlerinin gerek meslekî nitelikleri, gerek ahlâkî durumları ve bilhassa maaşlarındaki yetersizlik mevzu bile edilmez. Atatürk’ün, “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. (24.11.1924)” sözü akla gelen her yere yazılır da, bu sözün anlamı üzerinde zerre kafa yoran olmaz bizim memlekette…
Günümüzde, özellikle yapay zekâ alanındaki gelişmelere dikkat çeken, hayatta olan en önemli aydınlarımızdan Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın, “En zekî öğrencilerimizi doktor, mühendis vb. mesleklere değil, öğretmenliğe yönlendirmeliyiz. Çünkü, milletimizin kurtuluşu, ancak öğretmenler eliyle olabilir.” diyor. Ne yazıktır ki, günümüz öğretmenlerinin (!) ve akademisyenlerinin (yani, “bilim insanlarının” değil), devlet ricali nezdinde (lütfen ifademi ağır bulmayın, ama maalesef gerçek bu), köpek kadar haysiyetleri yoktur. Yarım asrı aşan iş ve meslek hayatımda, katıldığım resmî toplantı ve törenlerde, öğretmenlere ve bilim insanlarına, devlet yetkilileri tarafından (eğer kendilerinin özel bir münasebetleri yoksa) zerre saygı gösterildiğine tanık olmadım!
TOPLUMA “ÖRNEK İNSAN” VE “GERÇEK ÖĞRETMEN” YETİŞTİREN OKULLAR
Ne yazıktır ki, 1950’li yıllarda Köy Enstitüleri’nin kapatılması ile başlayan, Türkiye’de yüksek nitelikli öğretmen ve bilim insanı yetiştirme sistemleri ve programları, günümüzde tamamen darmadağın edilmiştir. Köy Enstitüleri kadar yüksek nitelikte olmasa da, günümüze göre çok daha kaliteli öğretmenler yetiştiren, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmek Okulları’nın, “Eğitim Fakülteleri” adı altında üniversitelere bağlanmalarından sonra, Türkiye’de gerçek anlamında öğretmen yetiştirme işi sona ermiştir.
Eskiden, Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü öğrencileri, yürüyüşlerinden her türlü davranışlarına ve konuşmalarına kadar, “Eğitim Enstitüsü Öğrencileri” oldukları bariz bir şekilde anlaşılır, fark edilirlerdi. Aynı şekilde, Öğretmen Okulu Öğrencileri de, diğer lise düzeyindeki diğer okulların öğrencileri arasında, her bakımdan olumlu özellikleri ile fark edilirlerdi. Günümüzün Eğitim Fakültelerindeki öğrencileri, diğer fakültelerin öğrencilerinden ayırt etmek mümkün değildir; yani, “öğretmen gibi konuşma ve davranma” disiplinine ve özelliklerine sahip değiller.
EN ÜNLÜ ÜNİVERSİTELERİMİZDE YOBAZLAR CİRİT ATIYOR
Öte yandan ülkemizde, kayda değer hiçbir akademik nitelikleri olmayan insanlara bol keseden akademik unvanlar dağıtılarak ve hemen her dağın başına üniversite tabelaları asılarak, bilimsel eğitim ve araştırma faaliyetleri dumura uğratılmıştır. Kağıt üzerinde yazılı akademik unvanların dışında, o unvanlara ait hiçbir niteliğe sahip olmayan birtakım partizanlar ve siyaset yobazları, tabela üniversiteleri ve araştırma merkezlerine yönetici olarak atanmaya devam ediyor. He yıl, yeryüzündeki üniversiteler sıralamasında ilk 500 içinde yer alan köklü üniversitelerimiz, Cumhurbaşkanının tek imzası ile atamakta olduğu sözde rektörlerin ellerinde yozlaştırılıyor. Bu üniversitelerimizin, uzun yıllar boyunca tüm dünyaya kabul ettirilmiş olan üstün nitelikleri, niteliksiz partizan yöneticiler tarafından yıpratılmaya devam ediliyor. Nitekim, son 10 yıla yakın bir zamandan beri, dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında, tek bir tane bile Türk üniversitesi kalmamıştır.
Konuşmalarında, 9 yaşındaki kız çocuklarının, yetişkin (ve hatta yaşlı) erkeklerle evlendirilmelerinin İslam’a uygun olduğunu anlatmakta olan, kerameti kendinden menkul bir meczubun, birkaç hafta önce Boğaziçi Üniversitesi’nde konferansa davet edilmesini protesto eden öğrencilerin, polis tarafından gözaltına alınmaları ve üniversite yöneticileri tarafından cezalandırılmaları, akıllara zarar bir durumdur. Ülkemizin önde gelen ve hâlâ yüksek puanlarla öğrenci alan Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi vb. gibi üniversitelerin öğrencileri, diğer üniversitelere kıyasla, “eğitim kalitelerinin zayıflatılması” sürecinden çok daha az etkilenseler de, yine de her geçen yıl, bu üniversitelerin dünya sıralamasındaki yerleri ve seviyeleri düşmeye devam ediyor.
ESKİ TÜRKİYE’NİN, ÖĞRETMEN YETİŞTİREN EN GÜÇLÜ OKULLARI
2000’li yıllardan önceki 60-70 yıl boyunca, Savaştepe Köy Enstitüsü (ve sonra Öğretmen Okulu) ile Necatibey Öğretmen Okulu ve Necatibey Eğitim Enstitüsü gibi, Türkiye’de öğretmen yetiştiren en güçlü eğitim kurumlarına sahip olan Balıkesir’de bugün, sadece “Balıkesir Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi” var. Bu fakültede ders vermekte olan akademik kadro içinde, kaç tanesinin “pedagojik eğitim formasyonu” olduğu merak konusudur. Şahsen benim tanıdığım (bir-iki istisna dışında) akademik elemanların hiçbirinin pedagojik eğitimleri yoktur. Kendileri pedagojik eğitim almamış olan akademik personel, Necatibey Eğitim Fakültesi öğrencilerine “öğretmenlik” mesleğini öğretiyor! İronik bir durum elbette…
Eğitim Fakültelerinde, önce kendi öğrencilerine, yaşadıkları ve çalıştıkları çevredeki gençlere ve nihayet halka örnek ve rol-model olacak niteliklere sahip öğretmenlerin yetişmediği gayet açıktır. Her gün, sadece gireceği ders saatinden birkaç dakika önce (ve çoğu zaman çok daha geç) okula gelen ve teneffüs zili çaldıktan sonraki birkaç dakika içinde ortadan kaybolan insanlara “öğretmen” demek mümkün olabilir mi? Bunlar, ancak, “öğretmen kadrolarına atanmış, ortalamanın altında maaşlarla kendi geçim gaileleri ile meşgul, kayda değer hiçbir entelektüel nitelikleri bulunmayan (ve maalesef, çoğu siyaset yobazı)” insanlardır. Bunların sözde yetiştirmekte oldukları çocukların ve gençlerin, Türk milletini “çağdaş medeniyetin üzerine çıkarma” diye bir dertleri ve güçleri olamaz ve zaten, görünüşte de, bu yönde hiçbir belirti yoktur!
EĞİTİM SİSTEMİ, PARTİZAN SİYASET YOBAZLARININ ELİNDE!
Eğitim camiasında kimsenin tanımadığı, eğitimcilik alanında hiçbir özelliği bulunmayan, alelade fanatik bir partizan, bugün Türk eğitim sistemini yönetiyor (değil, mahvediyor). Kendisine “profesör” unvanı verildikten sonra çıkarılan “bir ay süreli” bir kanunla, devlet üniversitelerinden birine “rektör” olarak atanan bir siyaset yobazı, yıllardır sözde din söylemleri ile Türk eğitim sistemini mahvediyor ve bu durum kimsenin umurunda değil.
Öte yandan, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na göre, üniversiteler arasında bir “koordinasyon” mercii olarak teşkil edilen Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), son 15 yılı aşkın bir süredir, tüm üniversitelerin, en başta “idarî ve akademik özerklik”leri olmak üzere, hemen her türlü teferruat işlerine müdahale ediyor ve bu duruma kimsenin sesi çıkmıyor. Böylece, “YÖK’e bağlı taşra birimleri” haline dönüştürülen, hiçbir idarî ve akademik özerklikleri bulunmayan, öğrencilerine kayda değer meslekî nitelikler kazandırmaktan uzak, adeta sadece diploma dağıtmakta olan kuruluşlar haline getirilen kuruluşlara, biz hâlâ “üniversite” diyoruz.
Halihazırda Türkiye’de (131’i devlet ve 78’si de özel-vakıf olmak üzere), toplam 209 üniversite bulunuyor. Bir üniversite için gerekli olan sosyal ve kültürel niteliklere sahip olmayan il ve ilçelerde açılmakta olan devlet üniversiteleri ile, yine bir üniversite için gerekli olan asgarî maddi donatılara ve imkanlara sahip bulunmayan özel-vakıf üniversiteleri, Türk eğitim sistemi içinde kangren düzeyinde problemli kuruluşlardır. Ne yazık ki, her türlü yetersizliklere rağmen bu kuruluşlar, tüm diğerleri gibi, onların diplomaları ile denk ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora dereceli diplomalar veriyorlar.
EĞİTİMLE İLGİLİ SORUNLARI NEDEN KİMSE UMURSAMIYOR!
Gerek Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardaki ve gerekse üniversitelerdeki eğitim faaliyetlerinin sayısız problemlerden ve eksiklerden kaynaklanan yetersizliklerini kendilerine dert etmeyen, aksine tüm bunları kendileri için, toplumun en cahil ve geri kalmış kesimlerine yönelik “oy konsolidasyonu” imkanları olarak görmekte olan iktidarın karşısında, “siyasi muhalefet” alanını işgal etmekte olan sözüm ona “muhalefet partileri” de ilk, orta, lise ve üniversite eğitimlerindeki sorunları, kendilerine zerre dert etmiyorlar!
Uzun sözü kısası, yıllardır giderek daha da belirgin hâle gelmekte olan bu dağınıklık içinde, “eğitim” adı altında ömürleri geçirtilen çocuklarımızdan ve gençlerimizden, milletimize parlak bir gelecek inşa etmeleri beklenemez! Kaldı ki, tüm bu dağınıklığa rağmen, kendilerini yetiştirme imkânı bulabilen yüksek nitelikli gençlerimiz de, hem kendi meslekî alanları ile ve hem de toplumla uyum sağlamakta zorlandıklarından ülkemizi terk ediyorlar. Böylece Türkiye, “nitelikli yetişmiş insan ihraç eden”, buna karşılık, çok daha geri kalmış ülkelerden “niteliksiz ve eğitimsiz nüfus ithal eden” bir ülke haline getiriliyor.
Tüm bunların, devleti idare eden siyasî ve bürokratik kadroların yetersizlikleri ve yanlışlarından kaynaklanan hatalar olmadığını, aksine (Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi-BOP gibi), “bilinçli bir plan dahilinde yürütülmekte olan, Türk milletinin gücünü zayıflatarak, devletimizi bölme ve parçalama hedefine yönelik, kasıtlı uygulamalar” olduğunu düşünmek, hiç de yanlış değil…