deneme bonusu veren siteler 2025 deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

HUKUKU ÇİĞNEMEK, İKTİDARA MAHSUS BİR HAK MIDIR?

İktidar, TBMM’de pek çok yasa değişikliğini yapabileceği “salt çoğunluk”a sahip olduğu halde, yapmak istediklerini yapmaya engel yasalarda değişiklik yapmak yerine, özellikle yandaşlarının Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine aykırı davranışları ve faaliyetlerinde, en başından bu yana, yürürlükteki yasaların çiğnenmesine göz yummayı tercih ediyor. Örneğin, kamuoyunda “Atatürk’ü koruma kanunu” olarak bilinen, 25 Temmuz 1951 tarihinde (yani, DP iktidarı döneminde) yürürlüğe giren 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”… 2002 yılından bu yana, AK Parti’ye destek vermekte olan ve kamuoyunda kısaca “siyasal İslamcı” ve “dinci” olarak adlandırılan “İslam dinini siyasi bir ideoloji olarak kullanmakta olan” kesimler tarafından, yıllar içinde giderek yoğunlaşan bir şekilde ihlal ediliyor, bu kanuna aykırı faaliyetler ve davranışlar sergiliyorlar.   İKTİDARIN YASALARI ÇİĞNEMESİ NORMALLEŞTİRİLİYOR! Hiçbir şikayet ya da suç duyurusu olmasa bile, Cumhuriyet Savcıları bu kanuna aykırı davranışlarla ilgili olarak adli soruşturma başlatmakla görevli ve yetkili bulunuyorlar. Ama, Atatürk’e hakaret dozu her geçen gün artan faaliyetler ve davranışlar, dinci kesimlerin gündelik alelade davranışları haline geldiği halde, savcılarda hiçbir hareket yok! 5816 sayılı (ve daha pek çok) kanuna aykırı davranışlar, artık gündelik ve alelade hale geldi. Savcıların bu vurdumduymazlıklarının, iktidarın bilinçli politikalarının bir gereği ve sonucu olduğu anlaşılıyor. Böylece halk, başta Anayasa olmak üzere, yürürlükteki yasaların iktidar tarafından çiğnenmesi durumlarına alıştırılıyor! İktidara geldiği günden bu yana, Anayasa’da pek çok değişikliği gündeme getiren ve gerçekleştiren AK Parti, örneğin, Türk vatandaşlığını belirleyen 66. ve Cumhurbaşkanı adaylarının “4 yıllık üniversite lisans diploması”na sahip olmalarını şart koşan 101. madde, vb. gibi bazı Anayasa maddelerini değiştirmek hususunda en küçük bir adım atmıyor! Bir insanın diploması ile ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak kadar kolay ne olabilir? Ancak, Erdoğan’ın 2014 yılında ilk Cumhurbaşkanı adayı olduğu günden bu yana, üniversite lisans diplomasının olup-olmadığı tartışılıyor! Bu konuda açık kaynaklarda, kesin bilgiler ihtiva eden pek çok bilgi bulunuyor. Ergün Poyraz’ın 2017 yılında yayınlanan “DİPLOMASIZ-Bir varmış bir yokmuş!” adlı kitabı, bu konuda ilginç bir örnek teşkil ediyor. Kitap piyasaya çıktıktan iki yıl sonra, Erdoğan’ın avukatları, yazar hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret ettiği” gerekçesi ile İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde bir dava açtılar. Mahkeme Ergün Poyraz’a “2 yıl 4 ay hapis cezası” verdi. Yargıtay, 03.03.2025 tarihli kararı ile yerel mahkemenin verdiği bu ceza kararını “oybirliği ile” bozdu ve yazar beraat etti (*). Kitap, halen piyasada serbestçe satılmaya devam ediyor! Ergün Poyraz’ın bu kitapta anlattığına göre, “Erdoğan’ın lisans diploması yok!” Peki, buna rağmen Erdoğan o makamda oturmaya nasıl devam edebiliyor? Dahası, neden bu ülkede hiç kimse bu sorunun cevabını merak etmiyor ve Anayasa’nın bu açıkça ihlalinin önlenmesi gerektiğini düşünmüyor?   ABD SEYAHATİNDEN, GÖZDEN KAÇIRILAN İKİ ÖNEMLİ DETAY Şimdi, bu konuya neden burada temas ettiğimize gelelim: Türkiye’de, ilk başta cevaplandırılması gereken sorular cevaplandırılmadan ve halledilmesi gereken meseleler halledilmeden, sonraki gündelik (ve iktidar manipülasyonları ile sürekli değiştirilen) meseleler üzerinde sürdürülen siyasi demagojiler, sadece “Erdoğan’ın meşruiyet sorununun üzerini örtmeye” yarar. Erdoğan’ın, geçen 21-25 Eylül 2025 tarihleri arasında, Birleşmiş Milletler (BM) 80. Genel Kurul çalışmalarına katılmak üzere gerçekleştirdiği son ABD seyahatinde basına yansıyan çok önemli iki detay, halka hızla unutturuldu. Bu detayların ilki, ABD Başkanı Trump’ın, kameralar karşısındayken, eliyle Erdoğan’ı işaret ederek, “Hileli seçimlerin nasıl bir şey olduğunu bu arkadaş iyi bilir.” demesi diğeri ise, aynı günlerde, ABD Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın, New York’ta katıldığı bir panelde, “Başkan Trump Erdoğan’a meşruiyet sağlayacak.” şeklindeki ifadesidir. Bu iki hususta, sözde muhalif kesimden gelen birkaç cılız eleştiri dışında, ne Erdoğan ne de iktidar cenahından herhangi bir kimse tek kelime etmedi! Ardından da, hızla ABD’den (2029-2034 yılları arasında teslim edilmek üzere) 225 adet Boeing yolcu uçağı ve 2026’dan itibaren (ucu açık uzun vadeli) her yıl yaklaşık 4 milyar metreküp sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) alımı gibi başka mevzular sahaya sürüldü ve Erdoğan’la ilgili o iki mesele ustaca kaynatıldı. Trump Erdoğan’ı, dünya medyası önünde “hileli seçimler uzmanı” olarak ilan ediyor ve bununla ilgili olarak, en başta Erdoğan’ın kendisi ve iktidar çevreleri olmak üzere, hiç kimse sesini çıkarmıyor! Hangi açıdan düşünülürse düşünülsün, bu ifade son derece mütecaviz ve onur kırıcıdır. Her Allah’ın günü, adeta her uçan kuşa laf yetiştirmesiyle bilinen Erdoğan’ın, tıpkı iktidara gelmeden önce yaptığı bir ABD seyahatinde Yahudi lobilerinden gördüğü iltifatlar ve boynuna asılan madalya konularında olduğu gibi, bu konuda da tek kelime etmemesi, acaba neden kimsenin dikkatini çekmiyor? Yine ABD Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın, “Başkan Trump Erdoğan’a meşruiyet sağlayacak.” şeklindeki sözleri, çok mu alelade ve merak edilmeye değmeyecek bir ifadedir? “Trump’ın Erdoğan’a neyin meşruiyetini sağlayacağı” hususu, hiç mi merak edilmeye değecek bir konu değil?   “İKTİDARIN DÖNEMSEL ÖNCELİKLERİ”NE DOKUNAN YANAR! Türkiye’de, burada sadece birkaç tanesine temas ettiğimiz, öncelikli olarak “cevaplandırılması gereken sorular cevaplandırılmadan” ve “halledilmesi gereken sorunlar halledilmeden” diğer gündelik meselelerle ilgili konuşmaların, “hiçbir olumlu sonucu olmayan ve halkın gözünden gerçekleri kaçırmaya yarayan siyasi demagojiler” olmaktan öteye, hiçbir anlamı olamaz! Dolayısı ile, var olan gerçekler hakkında “zamanında, doğru ve yeterli” bilgi sahibi olamayan toplumlarda fikir birliği sağlanması ve sağlıklı bir kamuoyu oluşması imkansızdır. Bu gibi toplumlarda, iktidarların dönemsel öncelikli konuları bağlamında düşünce özgürlüğünden de söz edilemez. Esasen iktidarın gündelik önceliğinin bulunmadığı konularda ifade edilmesine müsaade ettiği sözde muhalif görüşler, dışarıya karşı, “ülkedeki düşünce özgürlüğü örnekleri” olarak gösterilir. Yani, iktidarın gündeminde olmayan her konuda en sert muhalif görüşler ileri sürülebilir; ama, iktidarın o günlerde konuşulmasını bile istemediği bir konuda muhalif fikirler ileri sürmek, “kamu düzenini bozma girişimi” olarak değerlendirilir ve Fatih Altaylı örneğinde olduğu gibi, ilgililerine cezaevi yolları görünür. Tabii, bir de Ekrem İmamoğlu gibi, halkın büyük ilgi ve teveccüh gösterdiği siyasiler sorunu var! Bunların da, gerçekte herhangi bir suç işlemiş olmaları filan gerekmez! İktidar güdümlü yargı mensupları tarafından, “özel bazı yöntemlerle temin edilen” birtakım gizli (!) tanıklar ve itirafçıların (?) ifadelerine dayanan, ama o ifadelerle ilgili somut hiçbir delil ortaya konulamayan iddialarla davalar açılabilir, tutuklanmaları ve mallarına el konması kararları verilebilir.   “ŞEKLEN” DEĞİL, “GERÇEK” ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, DEMOKRASİ VE HUKUK İnsanlığın demokrasi mücadeleleri tarihinde, “özgürlük” ve “eşitlik” kavramları son derece önemlidir ve “insan hakları” bakımından da temel teşkil eder. Bu cümleden anlaşılacağı üzere, “fikir özgürlüğü” olmadan, hiçbir şekilde başka özgürlüklerden söz edilemeyeceği gayet açıktır. Fikir özgürlüğünün temel dayanağı ise, “basın özgürlüğü”dür. Gerçek bir basın özgürlüğü olmadan, ne diğer özgürlüklerden ve ne de insan haklarından söz edilemez! Demokrasinin (ve yasaların da) “şekil şartları” ihlal edilmeden, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmanın sayısız yolları vardır. Gelişmiş dünya ülkelerinde, basın özgürlüğü üzerinde en küçük olumsuz etkisi olabilecek hiçbir davranışa izin verilmez. Ancak, “demokrasi için gerekli olan asgari gelişmişlik düzeyi”nin çok altında olan toplumlarda, başta hukuk olmak üzere özgürlük, eşitlik, insan hakları, demokrasi vb. gibi evrensel ilkeler ve değerler, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, sadece “şekil şartları” bakımından vardır ve tamamen göstermeliktir. Dahası bu gibi toplumlarda, millî ve dînî değerler ve ilkeler de, siyasiler tarafından, “toplumu baskı altında tutma aracı” olarak kullanılır. Millî ve dînî değerler ve ilkelerle toplumu baskı altında tutmaya yarayan sözde sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, tarikatlar, cemaatler, vakıflar vb. gibi organize yapılar devlet eli ve imkanları ile desteklenir ki, son 20 yılı aşkın bir süredir ülkemizde yaşanan gerçek budur.   TOPLUMUN TAHAMMÜL SINIRLARI AŞILDIĞINDA NE OLUR? Böyle bir toplumda insanlar kendilerini, yaşadıkları yerleri, ülkelerini ve dünyayı ilgilendiren gündelik mevzularda “zamanında, doğru ve yeterli” bilgi sahibi olamadıkları için, “toplumsal ortak görüşler” ortaya koyamazlar; kısacası, bu gibi ülkelerde sağlıklı bir kamuoyu oluşması imkansızdır. Sağlıklı kamuoyu oluşması imkanı olmayan ülkelerde insanlar neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin yararlı neyin zararlı, neyin gerekli neyin gereksiz olduğu vb. hususlarda ortak görüşler ortaya çıkaramaz! Böylece toplumsal zihin yapısı bozulacağından, insanlar anlık davranışlarla güç karşısında boyun eğmekten başka kendilerine çıkar yol bulamazlar. Dolayısı ile neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin yararlı neyin zararlı, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu daima güç sahibi olanlar belirler ve topluma kendi doğrularını dayatır. Elbette, pek çok olumsuz şey gibi, bu durumun da sonsuza kadar devam etmesi düşünülemez! Çünkü insanlar da, tüm diğer canlılar gibi “limitli” yaratıklardır ve bir gün tahammüllerinin sınırı aşılır. Toplumların tahammül sınırlarının ne zaman ve nasıl aşılacağı önceden bilinemez; o nedenle, tahammül sınırlarının aşıldığı durumlarda büyük toplumsal facialar yaşanır. Umarız, Türk toplumunun tahammül sınırlarını zorlamakta olan güç sahipleri akıllarını başlarına toplar da ülke olarak, tarihte yaşananlara benzer bir facia yaşamak zorunda kalmazlar! ____________________  (*) Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin, 03.03.2025 tarihli, 2022/10565 Esas. ve 2025/3876 Karar sayılı kararı (https://karararama.yargitay.gov.tr/)
Ekleme Tarihi: 15 Aralık 2025 -Pazartesi

HUKUKU ÇİĞNEMEK, İKTİDARA MAHSUS BİR HAK MIDIR?

İktidar, TBMM’de pek çok yasa değişikliğini yapabileceği “salt çoğunluk”a sahip olduğu halde, yapmak istediklerini yapmaya engel yasalarda değişiklik yapmak yerine, özellikle yandaşlarının Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine aykırı davranışları ve faaliyetlerinde, en başından bu yana, yürürlükteki yasaların çiğnenmesine göz yummayı tercih ediyor.

Örneğin, kamuoyunda “Atatürk’ü koruma kanunu” olarak bilinen, 25 Temmuz 1951 tarihinde (yani, DP iktidarı döneminde) yürürlüğe giren 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”… 2002 yılından bu yana, AK Parti’ye destek vermekte olan ve kamuoyunda kısaca “siyasal İslamcı” ve “dinci” olarak adlandırılan “İslam dinini siyasi bir ideoloji olarak kullanmakta olan” kesimler tarafından, yıllar içinde giderek yoğunlaşan bir şekilde ihlal ediliyor, bu kanuna aykırı faaliyetler ve davranışlar sergiliyorlar.

 

İKTİDARIN YASALARI ÇİĞNEMESİ NORMALLEŞTİRİLİYOR!

Hiçbir şikayet ya da suç duyurusu olmasa bile, Cumhuriyet Savcıları bu kanuna aykırı davranışlarla ilgili olarak adli soruşturma başlatmakla görevli ve yetkili bulunuyorlar. Ama, Atatürk’e hakaret dozu her geçen gün artan faaliyetler ve davranışlar, dinci kesimlerin gündelik alelade davranışları haline geldiği halde, savcılarda hiçbir hareket yok! 5816 sayılı (ve daha pek çok) kanuna aykırı davranışlar, artık gündelik ve alelade hale geldi. Savcıların bu vurdumduymazlıklarının, iktidarın bilinçli politikalarının bir gereği ve sonucu olduğu anlaşılıyor. Böylece halk, başta Anayasa olmak üzere, yürürlükteki yasaların iktidar tarafından çiğnenmesi durumlarına alıştırılıyor!

İktidara geldiği günden bu yana, Anayasa’da pek çok değişikliği gündeme getiren ve gerçekleştiren AK Parti, örneğin, Türk vatandaşlığını belirleyen 66. ve Cumhurbaşkanı adaylarının “4 yıllık üniversite lisans diploması”na sahip olmalarını şart koşan 101. madde, vb. gibi bazı Anayasa maddelerini değiştirmek hususunda en küçük bir adım atmıyor! Bir insanın diploması ile ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak kadar kolay ne olabilir? Ancak, Erdoğan’ın 2014 yılında ilk Cumhurbaşkanı adayı olduğu günden bu yana, üniversite lisans diplomasının olup-olmadığı tartışılıyor! Bu konuda açık kaynaklarda, kesin bilgiler ihtiva eden pek çok bilgi bulunuyor.

Ergün Poyraz’ın 2017 yılında yayınlanan “DİPLOMASIZ-Bir varmış bir yokmuş!” adlı kitabı, bu konuda ilginç bir örnek teşkil ediyor. Kitap piyasaya çıktıktan iki yıl sonra, Erdoğan’ın avukatları, yazar hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret ettiği” gerekçesi ile İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde bir dava açtılar. Mahkeme Ergün Poyraz’a “2 yıl 4 ay hapis cezası” verdi. Yargıtay, 03.03.2025 tarihli kararı ile yerel mahkemenin verdiği bu ceza kararını “oybirliği ile” bozdu ve yazar beraat etti (*). Kitap, halen piyasada serbestçe satılmaya devam ediyor! Ergün Poyraz’ın bu kitapta anlattığına göre, “Erdoğan’ın lisans diploması yok!” Peki, buna rağmen Erdoğan o makamda oturmaya nasıl devam edebiliyor? Dahası, neden bu ülkede hiç kimse bu sorunun cevabını merak etmiyor ve Anayasa’nın bu açıkça ihlalinin önlenmesi gerektiğini düşünmüyor?

 

ABD SEYAHATİNDEN, GÖZDEN KAÇIRILAN İKİ ÖNEMLİ DETAY

Şimdi, bu konuya neden burada temas ettiğimize gelelim:

Türkiye’de, ilk başta cevaplandırılması gereken sorular cevaplandırılmadan ve halledilmesi gereken meseleler halledilmeden, sonraki gündelik (ve iktidar manipülasyonları ile sürekli değiştirilen) meseleler üzerinde sürdürülen siyasi demagojiler, sadece “Erdoğan’ın meşruiyet sorununun üzerini örtmeye” yarar. Erdoğan’ın, geçen 21-25 Eylül 2025 tarihleri arasında, Birleşmiş Milletler (BM) 80. Genel Kurul çalışmalarına katılmak üzere gerçekleştirdiği son ABD seyahatinde basına yansıyan çok önemli iki detay, halka hızla unutturuldu. Bu detayların ilki, ABD Başkanı Trump’ın, kameralar karşısındayken, eliyle Erdoğan’ı işaret ederek, “Hileli seçimlerin nasıl bir şey olduğunu bu arkadaş iyi bilir.” demesi diğeri ise, aynı günlerde, ABD Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın, New York’ta katıldığı bir panelde, “Başkan Trump Erdoğan’a meşruiyet sağlayacak.” şeklindeki ifadesidir.

Bu iki hususta, sözde muhalif kesimden gelen birkaç cılız eleştiri dışında, ne Erdoğan ne de iktidar cenahından herhangi bir kimse tek kelime etmedi! Ardından da, hızla ABD’den (2029-2034 yılları arasında teslim edilmek üzere) 225 adet Boeing yolcu uçağı ve 2026’dan itibaren (ucu açık uzun vadeli) her yıl yaklaşık 4 milyar metreküp sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) alımı gibi başka mevzular sahaya sürüldü ve Erdoğan’la ilgili o iki mesele ustaca kaynatıldı.

Trump Erdoğan’ı, dünya medyası önünde “hileli seçimler uzmanı” olarak ilan ediyor ve bununla ilgili olarak, en başta Erdoğan’ın kendisi ve iktidar çevreleri olmak üzere, hiç kimse sesini çıkarmıyor! Hangi açıdan düşünülürse düşünülsün, bu ifade son derece mütecaviz ve onur kırıcıdır. Her Allah’ın günü, adeta her uçan kuşa laf yetiştirmesiyle bilinen Erdoğan’ın, tıpkı iktidara gelmeden önce yaptığı bir ABD seyahatinde Yahudi lobilerinden gördüğü iltifatlar ve boynuna asılan madalya konularında olduğu gibi, bu konuda da tek kelime etmemesi, acaba neden kimsenin dikkatini çekmiyor? Yine ABD Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın, “Başkan Trump Erdoğan’a meşruiyet sağlayacak.” şeklindeki sözleri, çok mu alelade ve merak edilmeye değmeyecek bir ifadedir? “Trump’ın Erdoğan’a neyin meşruiyetini sağlayacağı” hususu, hiç mi merak edilmeye değecek bir konu değil?

 

“İKTİDARIN DÖNEMSEL ÖNCELİKLERİ”NE DOKUNAN YANAR!

Türkiye’de, burada sadece birkaç tanesine temas ettiğimiz, öncelikli olarak “cevaplandırılması gereken sorular cevaplandırılmadan” ve “halledilmesi gereken sorunlar halledilmeden” diğer gündelik meselelerle ilgili konuşmaların, “hiçbir olumlu sonucu olmayan ve halkın gözünden gerçekleri kaçırmaya yarayan siyasi demagojiler” olmaktan öteye, hiçbir anlamı olamaz! Dolayısı ile, var olan gerçekler hakkında “zamanında, doğru ve yeterli” bilgi sahibi olamayan toplumlarda fikir birliği sağlanması ve sağlıklı bir kamuoyu oluşması imkansızdır.

Bu gibi toplumlarda, iktidarların dönemsel öncelikli konuları bağlamında düşünce özgürlüğünden de söz edilemez. Esasen iktidarın gündelik önceliğinin bulunmadığı konularda ifade edilmesine müsaade ettiği sözde muhalif görüşler, dışarıya karşı, “ülkedeki düşünce özgürlüğü örnekleri” olarak gösterilir. Yani, iktidarın gündeminde olmayan her konuda en sert muhalif görüşler ileri sürülebilir; ama, iktidarın o günlerde konuşulmasını bile istemediği bir konuda muhalif fikirler ileri sürmek, “kamu düzenini bozma girişimi” olarak değerlendirilir ve Fatih Altaylı örneğinde olduğu gibi, ilgililerine cezaevi yolları görünür.

Tabii, bir de Ekrem İmamoğlu gibi, halkın büyük ilgi ve teveccüh gösterdiği siyasiler sorunu var! Bunların da, gerçekte herhangi bir suç işlemiş olmaları filan gerekmez! İktidar güdümlü yargı mensupları tarafından, “özel bazı yöntemlerle temin edilen” birtakım gizli (!) tanıklar ve itirafçıların (?) ifadelerine dayanan, ama o ifadelerle ilgili somut hiçbir delil ortaya konulamayan iddialarla davalar açılabilir, tutuklanmaları ve mallarına el konması kararları verilebilir.

 

“ŞEKLEN” DEĞİL, “GERÇEK” ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, DEMOKRASİ VE HUKUK

İnsanlığın demokrasi mücadeleleri tarihinde, “özgürlük” ve “eşitlik” kavramları son derece önemlidir ve “insan hakları” bakımından da temel teşkil eder. Bu cümleden anlaşılacağı üzere, “fikir özgürlüğü” olmadan, hiçbir şekilde başka özgürlüklerden söz edilemeyeceği gayet açıktır. Fikir özgürlüğünün temel dayanağı ise, “basın özgürlüğü”dür. Gerçek bir basın özgürlüğü olmadan, ne diğer özgürlüklerden ve ne de insan haklarından söz edilemez! Demokrasinin (ve yasaların da)şekil şartları” ihlal edilmeden, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmanın sayısız yolları vardır.

Gelişmiş dünya ülkelerinde, basın özgürlüğü üzerinde en küçük olumsuz etkisi olabilecek hiçbir davranışa izin verilmez. Ancak, “demokrasi için gerekli olan asgari gelişmişlik düzeyi”nin çok altında olan toplumlarda, başta hukuk olmak üzere özgürlük, eşitlik, insan hakları, demokrasi vb. gibi evrensel ilkeler ve değerler, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, sadece “şekil şartları” bakımından vardır ve tamamen göstermeliktir. Dahası bu gibi toplumlarda, millî ve dînî değerler ve ilkeler de, siyasiler tarafından, “toplumu baskı altında tutma aracı” olarak kullanılır. Millî ve dînî değerler ve ilkelerle toplumu baskı altında tutmaya yarayan sözde sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, tarikatlar, cemaatler, vakıflar vb. gibi organize yapılar devlet eli ve imkanları ile desteklenir ki, son 20 yılı aşkın bir süredir ülkemizde yaşanan gerçek budur.

 

TOPLUMUN TAHAMMÜL SINIRLARI AŞILDIĞINDA NE OLUR?

Böyle bir toplumda insanlar kendilerini, yaşadıkları yerleri, ülkelerini ve dünyayı ilgilendiren gündelik mevzularda “zamanında, doğru ve yeterli” bilgi sahibi olamadıkları için, “toplumsal ortak görüşler” ortaya koyamazlar; kısacası, bu gibi ülkelerde sağlıklı bir kamuoyu oluşması imkansızdır. Sağlıklı kamuoyu oluşması imkanı olmayan ülkelerde insanlar neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin yararlı neyin zararlı, neyin gerekli neyin gereksiz olduğu vb. hususlarda ortak görüşler ortaya çıkaramaz! Böylece toplumsal zihin yapısı bozulacağından, insanlar anlık davranışlarla güç karşısında boyun eğmekten başka kendilerine çıkar yol bulamazlar. Dolayısı ile neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin yararlı neyin zararlı, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu daima güç sahibi olanlar belirler ve topluma kendi doğrularını dayatır.

Elbette, pek çok olumsuz şey gibi, bu durumun da sonsuza kadar devam etmesi düşünülemez! Çünkü insanlar da, tüm diğer canlılar gibi “limitli” yaratıklardır ve bir gün tahammüllerinin sınırı aşılır. Toplumların tahammül sınırlarının ne zaman ve nasıl aşılacağı önceden bilinemez; o nedenle, tahammül sınırlarının aşıldığı durumlarda büyük toplumsal facialar yaşanır. Umarız, Türk toplumunun tahammül sınırlarını zorlamakta olan güç sahipleri akıllarını başlarına toplar da ülke olarak, tarihte yaşananlara benzer bir facia yaşamak zorunda kalmazlar!

____________________

 (*) Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin, 03.03.2025 tarihli, 2022/10565 Esas. ve 2025/3876 Karar sayılı kararı (https://karararama.yargitay.gov.tr/)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.