deneme bonusu veren siteler 2025 deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

İRAN’DAN SONRA SIRA TÜKİYE’DE, ÖYLE Mİ?

İşte, rahmetli Necmettin Erbakan’ın taa 1990-91 yıllarında (I. Körfez Savaşı), İsrail’le ilgili söyledikleri adım adım gerçekleşiyor. Türkiye’de kısaca “BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)” olarak bildiğimiz ve Erdoğan’ın da “Eşbaşkan”larından biri olduğu, İsrail’le ilgili ana proje kapsamındaki Türkiye ile ilgili işlerin, AK Parti iktidarı eliyle gerçekleştirilmekte olduğunu anlamamak için (eğer hain değilseniz), ya süzme aptal, ya da cahil bir siyaset fanatiği, yani yobaz (ve belki de hain) olmanız gerekiyor. Erbakan hoca, Ortadoğu bölgesinde, ABD öncülüğünde (güya, İsrail’in adını anmadan) yürütülmekte olan operasyonların asıl hedefinin Türkiye olduğunu anlatırken, “ABD, önce Irak’ı, ardından Kuzey Afrika ülkelerini ve Suriye’yi, daha sonra İran’ı bertaraf edecek ve en sonunda sıra Türkiye’ye gelecektir; çünkü, asıl ve nihai hedef Türkiye’dir.” diyordu. Bu ifadenin Türkiye’ye kadar olan bölümü, gözlerimizin önünde gerçekleşmiş bulunuyor. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında, 1821-1919 yılları arasında yaşanan Kürt isyanları, genelde, bölgedeki Osmanlı yöneticileri ile yerel aşiret ağaları arasında, “yerel hakimiyet ve çıkar kavgaları” şeklinde, tamamen lokal olaylar halindeyken, 1919’dan sonraki isyanlar, İngiltere başta olmak üzere, ABD ve Avrupa ülkelerinin teşvik ve destekleri ile organize edilen ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan’da kabul ettirilmiş olan sınırlarımız içindeki siyasî hakimiyetine yönelik olaylardır. 1919’a kadarki Kürt isyanlarında Osmanlı Devleti, yerel şartlara, imkanlara ve gerekliliklere göre, çeşitli palyatif çözümler üreterek, bölgedeki hakimiyetini sürdürmüş, Balkanlar’dakine benzer kopmalar yaşanmamıştır. Ancak, 1919’dan itibaren çıkartılan Kürt isyanlarının arkasındaki en önemli sebep, batılı ülkelerin, Ortadoğu’daki petrol rezervlerine olan ilgileridir. 1948 yılında İsrail’in kurulmasına bağlı olarak, Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud (Vaat edilmiş topraklar)” ideali bağlamında, bölgedeki Kürt isyanlarına, bu devlet de dahil edilmiştir. Arz-ı Mev’ud sınırları, bugünkü İsrail topraklarını, Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Irak’ı, Hatay dahil Türkiye’nin tüm güneydoğusunu ve kısmen de doğu bölgesini kapsıyor! Yahudilerin, Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğine inandıkları ve sadece inançlarının değil, İsrail’in dış politikasının da temeli olarak kabul ettikleri tüm o topraklara sahip olabilmeleri (Lübnan’ı ve Ürdün’ü hiç hesaba almadıklarından), Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin sınırlarının değiştirilmesine (yani bölünmelerine) bağlı görünüyor. Bölgede bu konudaki en elverişli toplum ise, Kürtler.   “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” Mİ? KULAĞA HOŞ GELİYOR, AMA!.. 27 Kasım 1978 tarihinde, Abdullah Öcalan ve 20 arkadaşı tarafından, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde kurulan (ve ilginç bir şekilde 1980 Askerî Darbesi tarafından dokunulmayan) PKK-Partiya Karkerên Kurdistanê (Kürdistan İşçi Partisi)”, bizzat Öcalan’ın emir ve talimatıyla, 15 Ağustos 1984 akşamı saat 21:30 sularında, Siirt'in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerinde, eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği Şemdinli ve Eruh saldırıları ile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı silahlı isyan ve terör hareketlerine başlamıştır. O tarihten bu yana, PKK tarafından, kahır ekseriyeti güvenlik kuvvetlerimizin mensupları olmak üzere, 45 ila 55 bin insanımız katledilerek şehit edilmiştir. 15 Şubat 1999’da Kenya'nın başkenti Nairobi’de yakalanarak Türkiye’ye getirilen Öcalan, 26 yıldır İmralı’dan terör örgütünü yönetmeyi, maalesef sürdürebilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, bu konudaki rolünü ve müsamahasını, ayrıca derinlemesine değerlendirmek gerekiyor. Bugün, 2024 Ekim ayından bu yana, “Terörsüz Türkiye” söylemi ile Türk milletine yutturulmaya çalışılan sürecin, BOP kapsamında Türkiye’de yapılması gereken işler(?)in başında geldiği gayet açıktır. Kendi etnik kökenleri konusunda, son derece ketum davranan ve haklarında, bu konuda hayli şaibeler bulunan AK Parti ve MHP Genel Başkanlarının ortak inisiyatifinde yürütülmekte olan ve halktan titizlikle gizlenen faaliyetlerin, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sonlandırılarak, bölgedeki ülke sınırlarının, İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali için uygun olacak şekilde yeni baştan düzenlenmesi”ne matuf olduğu da artık kimsenin meçhulü değildir. BOP denen, İsrail’in Arz-ı Mev’ud idealini gerçekleştirme mücadelesinde gelinen safha, “İran’ın etkisiz hale getirilmesi”dir. Bu amaçla, İsrail’in geçen 13 Haziran gece yarısı, 200 uçak ve sayısı bilinemeyen silahlı dronlar gibi, devasa bir filo ile İran’a düzenlediği hava saldırılarının, bu iki devlet arasındaki bilinen anlaşmazlıklarla pek alakası yoktur. Hatta, tüm o anlaşmazlıklar da aslında, ezelî Arz-ı Mev’ud idealiyle ilgili, kadim stratejinin görünen yüzüdür.   İSRAİL, GERÇEKTEN DOĞRUDAN TÜRKİYE’YE SALDIRIR MI? Rahmetli Erbakan’ın 30 yıl önce ortaya attığı siyasi teze göre, BOP kapsamındaki operasyonlar İran’dan sonra, Türkiye’ye yönelik olarak devam edecek. Tarihe baktığımızda, Türkler ile Yahudiler arasında, “düşmanlık gerektirecek” en küçük bir olayın olmadığını görüyoruz. Dahası, Yahudiler, örneğin Kastilya ve Aragon Kraliçesi I. Isabel ile Kral II. Ferdinand’ın çıkardıkları, “Yahudilerin, Hristiyan olmamaları durumunda, ülkeyi terk etmelerine dair” Elhamra Kararnamesi (31 Mart 1492) ile İspanya’dan sürgün edildiklerinde, kendilerine gemiler göndererek ülkesine kabul eden Osmanlı Padişahı II. Bayezid’in sağladığı destekler sebebiyle, Türk milletine şükran borçludurlar. Bu sürgünün 500. yıldönümü olan 1992 yılı öncesinde, Türkiye’deki “Safarad (İspanya’dan gelen) Yahudileri”, 1989’da “500. Yıl Vakfı”nı kurmuşlardı (*). Ayrıca, 2.500 yıl önceki Babil Sürgünü ile gönderildikleri tüm diğer dünya ülkeleri arasında, müteakip asırlarda, hiçbir şekilde sürgün ve katliamlar yaşamadıkları yerlerin tamamı, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Türk ülkeleridir. Bu tarihi geçmişe bakıldığında, İsrail’in Türkiye’ye (ya da bir başka Türk ülkesine) doğrudan saldırması, pek de muhtemel görünmüyor. Ancak, Türkler, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelip, Arz-ı Mev’ud’un bir kısmını (hatta, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri dönemlerinde tamamını) da kapsayan bu topraklarda devletler kurdukları tarihlerde, kendilerine ait bir devlete (ve siyasi oluşuma) sahip olmayan Yahudilerin herhangi bir itirazlarının olduğuna dair de, tarihi bir kayıt yoktur. 1920’de, on Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından, Misak-ı Millî ilan edildiğinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Lozan Konferansı’nda ve sonrasında ve 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde de yine, Yahudi toplumlarının ve örgütlerinin herhangi bir itirazları olmamıştı. Bu nedenle, bugün ve bugünden sonra da, İsrail’in Türkiye’ye saldırmasının, ülkelerinden sürülerek, dünyanın dört bir yanına dağıtılmalarına yol açan M.Ö. 587 yılındaki son Babil Sürgünü’nden çok daha ağır sonuçları olacaktır ki, bunu sanırım en iyi bilen Yahudi toplumudur.   EMPERYALİSTLERİN ELİNDE KÜRTLERDEN BAŞKA KOZ YOK! İsrail, Türkiye’ye doğrudan saldırmasının doğuracağı sonuçların altından kalkamayacağı için, Türkiye’ye yönelik yıpratma ve parçalama girişimleri, PKK benzeri terör örgütleri, DEM Parti ve HÜDA-PAR benzeri siyasi yapılar ile Barzani benzeri ABD güdümündeki yönetimler eliyle, “Kürtlere yaptırılmak” istenecektir. Ancak, bu konudaki en büyük engel, Kürtlerin kahır ekseriyetinin, “Sünnî Müslüman” olmalarıdır. AB ülkelerinin destekleri de alınarak, ABD ve İsrail tarafından gerçekleştirilecek Türkiye’ye yönelik yıpratma ve bölme girişimlerinin, esasen İsrail’in yararına olduğu, Müslüman Kürt halkına doğru bir şekilde anlatıldığında, her şey değişecek ve tersine dönecektir. Siyasal İslamcı HÜDA-PAR (ABD ve İngiltere destekli olarak), işte Kürtlerle ilgili bu din engelinin aşılması amacı ile kurdurulmuştur. Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti, tıpkı Lozan Konferansı sırasında olduğu gibi, kendisiyle aynı dini inanca sahip olan Kürt toplumunu, bu emperyalist proje karşısında yanına almalıdır. Bunun önlenmesi için, ülke yönetimine 2002’den bu yana BOP görevlileri getirilerek, Kürt halkının, Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkması ve desteklemesine yönelik motivasyonları zayıflatılmaya çalışılıyor. Hâlen Kürt topluluklarının yaşamakta oldukları diğer ülkeler içinde, “en iyi hayat şartları”na sahip oldukları yer Türkiye’dir ve Kürtler, bu durumun gayet farkındadırlar. Kürtler, kendi tarihlerinde hiç olmadığı kadar yüksek yaşam standartlarına sahip oldukları Türkiye’de (her ne kadar PKK, DEM Parti ve HÜDA-PAR aksini iddia etseler de), Cumhurbaşkanlığı dahil, devletin her kademesindeki görevlere yükselebilme yollarının, herkes için olduğu gibi, sonuna kadar kendilerine açık olduğunu çok iyi biliyorlar.   OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMLERİNDEKİ KÜRT İSYANLARI 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana çıkarılan Kürt isyanları ve PKK benzeri örgütler ile HÜDA-PAR ve DEM Parti gibi kuruluşların faaliyetleriyle Kürt toplumunun kafalarını karıştırarak, “Türk ve Türkiye düşmanlığı” duygusunu geliştirmeye çalışsalar da, bir asırdır bu konuda başarılı olamadıkları açıktır. Kürtler, ancak Türklerle birlikte oldukları taktirde çağdaş bir yaşama sahip olabileceklerinin gayet farkındadırlar. O nedenle, devlet eliyle, hiçbir şekilde Kürt toplumu incitilmemeli, incitmeye kalkanların ise canlarına okunmalıdır. Ne yazıktır ki Türkiye’yi yönetenler, en azından son yarım asrı aşkın bir süreden bu yana, az ya da çok (özellikle de, sözde “terörle mücadele” adı altında bölge halkını ezerek ve böylece PKK’nın gelişip güçlenmesini sağlayarak) aslında, İsrail’in Arz-ı Mev’ud davasına hizmet etmektedirler. Günümüz AK Parti-MHP-HÜDA-PAR (ve ilaveten yakında DEM Parti) ortaklığı da zaten bu yolda alenen, BOP kapsamında kendilerine verilmiş olan işleri yapıyor ki, artık bunu halktan gizlemeye bile gerek görmüyorlar. Elbette işin burasında, 23 yıldır toplumun hayli büyük bir kesimine hakim olan ve özellikle iktidar cenahının soygunlarına, siyasi çelişkilerine ve tezatlarına tepki göstermeyen topluma hakim olan “kolektif mantığı” da sorgulamak gerekiyor.   TOPLUM, İKTİDARIN SOYGUNLARINA VE TEZATLARINA NEDEN TEPKİ GÖSTERMİYOR? En başta siyasetçiler olmak üzere, iktidar cenahında saf tutmuş olanlar, düne kadar (bırakalım PKK ile doğrudan temaslarını), TBMM’de grubu bulunan ve meclisin tüm faaliyetlerine katılmakta olan DEM Partililerle selamlaşanları bile “terörist” olarak ilan ve linç ederken, bugün kendileri doğrudan, “Kurucu Önder” diye niteledikleri PKK elebaşı ile kucak kucağa, Türk milletine “Terörsüz Türkiye” masalları anlatıyor ve halk bunlara, “Arkadaş, daha dün DEM Partililere selam verenlere bile terörist diyerek hakaretler yağdırıyor, insanları linç ediyordunuz, bugün ne değişti de, siz PKK ile böyle sarmaş-dolaş oldunuz?” diye sormuyor! Başka ülkelerde olsa, kızılca kıyametleri koparacak türden keskin dönüşler ve “dün ak dediklerine bugün kara” demeleri, halkın kayda değer hiçbir reaksiyon göstermemesini de anlamak mümkün değil! Örneğin, yıllarca, AK Parti ve Erdoğan’a yönelik, çoğu ağza alınamayacak derecede ağır ve şiddetli eleştiriler yapan MHP Genel Başkanı, 15 Temmuz hadisesinden sonra, o güne kadar AK Parti’ye karşı izlediği (görünüşteki) sert politika ile ilgili olarak, en küçük bir açıklama gereği bile duymadan, 180 derece dönüş yaparak, AK Parti Genel Başkanının kuyruğuna takılarak, onda adeta keramet aramaya başladı. On yıla yakın süredir, MHP camiasında, bu keskin dönüşün, hiçbir şekilde sorgulanmamış olmasını ise anlamak mümkün değildir. Tanıyanlar gayet iyi bilirler ki, ben, 1971 yılından bu yana, tüm ömrünü “Ülkücü camia” içinde geçirmiş, o camia içinde yıllarca çeşitli yönetim görevlerini üstlenmiş olan bir insanım. MHP’ye oy veren tabanın en sağlam kesimi de Ülkücülerdir (daha doğrusu öyle idi). Dolayısı ile, yarım asrı aşkın bu süre içinde yakından tanıdığım ve bugün MHP’nin çeşitli kademelerinde hâlâ görev üstlenmekte olan dostlarımdan tek bir tanesi bile, tüm ısrarlı sorularıma rağmen, “Bizde lider eleştirilmez” ifadesi dışında, bu konuda tek kelimelik bir açıklama yapmadı, yapamadı! Şimdi de, benzer bir davranış PKK konusunda sergileniyor. Hele ki Bahçeli’nin, halkımızın 40 yıldır “bebek katili” olarak tanıdığı “Bölücübaşı”  Öcalan’ı “Kurucu Önder” diye nitelemesi, akıl alacak bir şey değildir. İktidar, bu işi öyle bir hale getirdi, neredeyse, “PKK’lılara madalya verilmesini” teklif edecekler. Uzun sözün kısası, tüm medya organları ile internetteki sosyal medya mecralarından, yaygın bir şekilde, her ne kadar BOP kapsamında, İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye gelmesi söz konusu ediliyor olsa da, bu ihtimal bana (en azından, yakın bir zaman içinde) pek “olabilir” gibi gelmiyor. İsrail’in Arz-ı Mev’ud’a ulaşması yolunda, Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleştirilmesi gereken operasyonların, İsrail adına, Kürtlere yaptırılmaya çalışılması, çok daha kuvvetli bir ihtimal olarak görünüyor… ____________ (*) https://tr.wikipedia.org/wiki/500._Y%C4%B1l_Vakf%C4%B1 --------------------- 16 Haziran 2025
Ekleme Tarihi: 16 June 2025 - Monday

İRAN’DAN SONRA SIRA TÜKİYE’DE, ÖYLE Mİ?

İşte, rahmetli Necmettin Erbakan’ın taa 1990-91 yıllarında (I. Körfez Savaşı), İsrail’le ilgili söyledikleri adım adım gerçekleşiyor. Türkiye’de kısaca “BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)” olarak bildiğimiz ve Erdoğan’ın da “Eşbaşkan”larından biri olduğu, İsrail’le ilgili ana proje kapsamındaki Türkiye ile ilgili işlerin, AK Parti iktidarı eliyle gerçekleştirilmekte olduğunu anlamamak için (eğer hain değilseniz), ya süzme aptal, ya da cahil bir siyaset fanatiği, yani yobaz (ve belki de hain) olmanız gerekiyor. Erbakan hoca, Ortadoğu bölgesinde, ABD öncülüğünde (güya, İsrail’in adını anmadan) yürütülmekte olan operasyonların asıl hedefinin Türkiye olduğunu anlatırken, “ABD, önce Irak’ı, ardından Kuzey Afrika ülkelerini ve Suriye’yi, daha sonra İran’ı bertaraf edecek ve en sonunda sıra Türkiye’ye gelecektir; çünkü, asıl ve nihai hedef Türkiye’dir.” diyordu. Bu ifadenin Türkiye’ye kadar olan bölümü, gözlerimizin önünde gerçekleşmiş bulunuyor.

Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında, 1821-1919 yılları arasında yaşanan Kürt isyanları, genelde, bölgedeki Osmanlı yöneticileri ile yerel aşiret ağaları arasında, “yerel hakimiyet ve çıkar kavgaları” şeklinde, tamamen lokal olaylar halindeyken, 1919’dan sonraki isyanlar, İngiltere başta olmak üzere, ABD ve Avrupa ülkelerinin teşvik ve destekleri ile organize edilen ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan’da kabul ettirilmiş olan sınırlarımız içindeki siyasî hakimiyetine yönelik olaylardır. 1919’a kadarki Kürt isyanlarında Osmanlı Devleti, yerel şartlara, imkanlara ve gerekliliklere göre, çeşitli palyatif çözümler üreterek, bölgedeki hakimiyetini sürdürmüş, Balkanlar’dakine benzer kopmalar yaşanmamıştır. Ancak, 1919’dan itibaren çıkartılan Kürt isyanlarının arkasındaki en önemli sebep, batılı ülkelerin, Ortadoğu’daki petrol rezervlerine olan ilgileridir.

1948 yılında İsrail’in kurulmasına bağlı olarak, Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud (Vaat edilmiş topraklar)” ideali bağlamında, bölgedeki Kürt isyanlarına, bu devlet de dahil edilmiştir. Arz-ı Mev’ud sınırları, bugünkü İsrail topraklarını, Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Irak’ı, Hatay dahil Türkiye’nin tüm güneydoğusunu ve kısmen de doğu bölgesini kapsıyor! Yahudilerin, Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğine inandıkları ve sadece inançlarının değil, İsrail’in dış politikasının da temeli olarak kabul ettikleri tüm o topraklara sahip olabilmeleri (Lübnan’ı ve Ürdün’ü hiç hesaba almadıklarından), Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin sınırlarının değiştirilmesine (yani bölünmelerine) bağlı görünüyor. Bölgede bu konudaki en elverişli toplum ise, Kürtler.

 

“TERÖRSÜZ TÜRKİYE” Mİ? KULAĞA HOŞ GELİYOR, AMA!..

27 Kasım 1978 tarihinde, Abdullah Öcalan ve 20 arkadaşı tarafından, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde kurulan (ve ilginç bir şekilde 1980 Askerî Darbesi tarafından dokunulmayan) PKK-Partiya Karkerên Kurdistanê (Kürdistan İşçi Partisi)”, bizzat Öcalan’ın emir ve talimatıyla, 15 Ağustos 1984 akşamı saat 21:30 sularında, Siirt'in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerinde, eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği Şemdinli ve Eruh saldırıları ile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı silahlı isyan ve terör hareketlerine başlamıştır. O tarihten bu yana, PKK tarafından, kahır ekseriyeti güvenlik kuvvetlerimizin mensupları olmak üzere, 45 ila 55 bin insanımız katledilerek şehit edilmiştir. 15 Şubat 1999’da Kenya'nın başkenti Nairobi’de yakalanarak Türkiye’ye getirilen Öcalan, 26 yıldır İmralı’dan terör örgütünü yönetmeyi, maalesef sürdürebilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, bu konudaki rolünü ve müsamahasını, ayrıca derinlemesine değerlendirmek gerekiyor.

Bugün, 2024 Ekim ayından bu yana, “Terörsüz Türkiye” söylemi ile Türk milletine yutturulmaya çalışılan sürecin, BOP kapsamında Türkiye’de yapılması gereken işler(?)in başında geldiği gayet açıktır. Kendi etnik kökenleri konusunda, son derece ketum davranan ve haklarında, bu konuda hayli şaibeler bulunan AK Parti ve MHP Genel Başkanlarının ortak inisiyatifinde yürütülmekte olan ve halktan titizlikle gizlenen faaliyetlerin, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sonlandırılarak, bölgedeki ülke sınırlarının, İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali için uygun olacak şekilde yeni baştan düzenlenmesi”ne matuf olduğu da artık kimsenin meçhulü değildir.

BOP denen, İsrail’in Arz-ı Mev’ud idealini gerçekleştirme mücadelesinde gelinen safha, “İran’ın etkisiz hale getirilmesi”dir. Bu amaçla, İsrail’in geçen 13 Haziran gece yarısı, 200 uçak ve sayısı bilinemeyen silahlı dronlar gibi, devasa bir filo ile İran’a düzenlediği hava saldırılarının, bu iki devlet arasındaki bilinen anlaşmazlıklarla pek alakası yoktur. Hatta, tüm o anlaşmazlıklar da aslında, ezelî Arz-ı Mev’ud idealiyle ilgili, kadim stratejinin görünen yüzüdür.

 

İSRAİL, GERÇEKTEN DOĞRUDAN TÜRKİYE’YE SALDIRIR MI?

Rahmetli Erbakan’ın 30 yıl önce ortaya attığı siyasi teze göre, BOP kapsamındaki operasyonlar İran’dan sonra, Türkiye’ye yönelik olarak devam edecek. Tarihe baktığımızda, Türkler ile Yahudiler arasında, “düşmanlık gerektirecek” en küçük bir olayın olmadığını görüyoruz. Dahası, Yahudiler, örneğin Kastilya ve Aragon Kraliçesi I. Isabel ile Kral II. Ferdinand’ın çıkardıkları, “Yahudilerin, Hristiyan olmamaları durumunda, ülkeyi terk etmelerine dairElhamra Kararnamesi (31 Mart 1492) ile İspanya’dan sürgün edildiklerinde, kendilerine gemiler göndererek ülkesine kabul eden Osmanlı Padişahı II. Bayezid’in sağladığı destekler sebebiyle, Türk milletine şükran borçludurlar. Bu sürgünün 500. yıldönümü olan 1992 yılı öncesinde, Türkiye’deki “Safarad (İspanya’dan gelen) Yahudileri”, 1989’da “500. Yıl Vakfı”nı kurmuşlardı (*). Ayrıca, 2.500 yıl önceki Babil Sürgünü ile gönderildikleri tüm diğer dünya ülkeleri arasında, müteakip asırlarda, hiçbir şekilde sürgün ve katliamlar yaşamadıkları yerlerin tamamı, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Türk ülkeleridir.

Bu tarihi geçmişe bakıldığında, İsrail’in Türkiye’ye (ya da bir başka Türk ülkesine) doğrudan saldırması, pek de muhtemel görünmüyor. Ancak, Türkler, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelip, Arz-ı Mev’ud’un bir kısmını (hatta, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri dönemlerinde tamamını) da kapsayan bu topraklarda devletler kurdukları tarihlerde, kendilerine ait bir devlete (ve siyasi oluşuma) sahip olmayan Yahudilerin herhangi bir itirazlarının olduğuna dair de, tarihi bir kayıt yoktur. 1920’de, on Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından, Misak-ı Millî ilan edildiğinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Lozan Konferansı’nda ve sonrasında ve 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde de yine, Yahudi toplumlarının ve örgütlerinin herhangi bir itirazları olmamıştı. Bu nedenle, bugün ve bugünden sonra da, İsrail’in Türkiye’ye saldırmasının, ülkelerinden sürülerek, dünyanın dört bir yanına dağıtılmalarına yol açan M.Ö. 587 yılındaki son Babil Sürgünü’nden çok daha ağır sonuçları olacaktır ki, bunu sanırım en iyi bilen Yahudi toplumudur.

 

EMPERYALİSTLERİN ELİNDE KÜRTLERDEN BAŞKA KOZ YOK!

İsrail, Türkiye’ye doğrudan saldırmasının doğuracağı sonuçların altından kalkamayacağı için, Türkiye’ye yönelik yıpratma ve parçalama girişimleri, PKK benzeri terör örgütleri, DEM Parti ve HÜDA-PAR benzeri siyasi yapılar ile Barzani benzeri ABD güdümündeki yönetimler eliyle, “Kürtlere yaptırılmak” istenecektir. Ancak, bu konudaki en büyük engel, Kürtlerin kahır ekseriyetinin, “Sünnî Müslüman” olmalarıdır. AB ülkelerinin destekleri de alınarak, ABD ve İsrail tarafından gerçekleştirilecek Türkiye’ye yönelik yıpratma ve bölme girişimlerinin, esasen İsrail’in yararına olduğu, Müslüman Kürt halkına doğru bir şekilde anlatıldığında, her şey değişecek ve tersine dönecektir. Siyasal İslamcı HÜDA-PAR (ABD ve İngiltere destekli olarak), işte Kürtlerle ilgili bu din engelinin aşılması amacı ile kurdurulmuştur.

Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti, tıpkı Lozan Konferansı sırasında olduğu gibi, kendisiyle aynı dini inanca sahip olan Kürt toplumunu, bu emperyalist proje karşısında yanına almalıdır. Bunun önlenmesi için, ülke yönetimine 2002’den bu yana BOP görevlileri getirilerek, Kürt halkının, Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkması ve desteklemesine yönelik motivasyonları zayıflatılmaya çalışılıyor. Hâlen Kürt topluluklarının yaşamakta oldukları diğer ülkeler içinde, “en iyi hayat şartları”na sahip oldukları yer Türkiye’dir ve Kürtler, bu durumun gayet farkındadırlar. Kürtler, kendi tarihlerinde hiç olmadığı kadar yüksek yaşam standartlarına sahip oldukları Türkiye’de (her ne kadar PKK, DEM Parti ve HÜDA-PAR aksini iddia etseler de), Cumhurbaşkanlığı dahil, devletin her kademesindeki görevlere yükselebilme yollarının, herkes için olduğu gibi, sonuna kadar kendilerine açık olduğunu çok iyi biliyorlar.

 

OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMLERİNDEKİ KÜRT İSYANLARI

20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana çıkarılan Kürt isyanları ve PKK benzeri örgütler ile HÜDA-PAR ve DEM Parti gibi kuruluşların faaliyetleriyle Kürt toplumunun kafalarını karıştırarak, “Türk ve Türkiye düşmanlığı” duygusunu geliştirmeye çalışsalar da, bir asırdır bu konuda başarılı olamadıkları açıktır. Kürtler, ancak Türklerle birlikte oldukları taktirde çağdaş bir yaşama sahip olabileceklerinin gayet farkındadırlar. O nedenle, devlet eliyle, hiçbir şekilde Kürt toplumu incitilmemeli, incitmeye kalkanların ise canlarına okunmalıdır.

Ne yazıktır ki Türkiye’yi yönetenler, en azından son yarım asrı aşkın bir süreden bu yana, az ya da çok (özellikle de, sözde “terörle mücadele” adı altında bölge halkını ezerek ve böylece PKK’nın gelişip güçlenmesini sağlayarak) aslında, İsrail’in Arz-ı Mev’ud davasına hizmet etmektedirler. Günümüz AK Parti-MHP-HÜDA-PAR (ve ilaveten yakında DEM Parti) ortaklığı da zaten bu yolda alenen, BOP kapsamında kendilerine verilmiş olan işleri yapıyor ki, artık bunu halktan gizlemeye bile gerek görmüyorlar. Elbette işin burasında, 23 yıldır toplumun hayli büyük bir kesimine hakim olan ve özellikle iktidar cenahının soygunlarına, siyasi çelişkilerine ve tezatlarına tepki göstermeyen topluma hakim olan “kolektif mantığı” da sorgulamak gerekiyor.

 

TOPLUM, İKTİDARIN SOYGUNLARINA VE TEZATLARINA NEDEN TEPKİ GÖSTERMİYOR?

En başta siyasetçiler olmak üzere, iktidar cenahında saf tutmuş olanlar, düne kadar (bırakalım PKK ile doğrudan temaslarını), TBMM’de grubu bulunan ve meclisin tüm faaliyetlerine katılmakta olan DEM Partililerle selamlaşanları bile “terörist” olarak ilan ve linç ederken, bugün kendileri doğrudan, “Kurucu Önder” diye niteledikleri PKK elebaşı ile kucak kucağa, Türk milletine “Terörsüz Türkiye” masalları anlatıyor ve halk bunlara, “Arkadaş, daha dün DEM Partililere selam verenlere bile terörist diyerek hakaretler yağdırıyor, insanları linç ediyordunuz, bugün ne değişti de, siz PKK ile böyle sarmaş-dolaş oldunuz?” diye sormuyor!

Başka ülkelerde olsa, kızılca kıyametleri koparacak türden keskin dönüşler ve “dün ak dediklerine bugün kara” demeleri, halkın kayda değer hiçbir reaksiyon göstermemesini de anlamak mümkün değil! Örneğin, yıllarca, AK Parti ve Erdoğan’a yönelik, çoğu ağza alınamayacak derecede ağır ve şiddetli eleştiriler yapan MHP Genel Başkanı, 15 Temmuz hadisesinden sonra, o güne kadar AK Parti’ye karşı izlediği (görünüşteki) sert politika ile ilgili olarak, en küçük bir açıklama gereği bile duymadan, 180 derece dönüş yaparak, AK Parti Genel Başkanının kuyruğuna takılarak, onda adeta keramet aramaya başladı. On yıla yakın süredir, MHP camiasında, bu keskin dönüşün, hiçbir şekilde sorgulanmamış olmasını ise anlamak mümkün değildir.

Tanıyanlar gayet iyi bilirler ki, ben, 1971 yılından bu yana, tüm ömrünü “Ülkücü camia” içinde geçirmiş, o camia içinde yıllarca çeşitli yönetim görevlerini üstlenmiş olan bir insanım. MHP’ye oy veren tabanın en sağlam kesimi de Ülkücülerdir (daha doğrusu öyle idi). Dolayısı ile, yarım asrı aşkın bu süre içinde yakından tanıdığım ve bugün MHP’nin çeşitli kademelerinde hâlâ görev üstlenmekte olan dostlarımdan tek bir tanesi bile, tüm ısrarlı sorularıma rağmen, “Bizde lider eleştirilmez” ifadesi dışında, bu konuda tek kelimelik bir açıklama yapmadı, yapamadı! Şimdi de, benzer bir davranış PKK konusunda sergileniyor. Hele ki Bahçeli’nin, halkımızın 40 yıldır “bebek katili” olarak tanıdığı “Bölücübaşı”  Öcalan’ı “Kurucu Önder” diye nitelemesi, akıl alacak bir şey değildir. İktidar, bu işi öyle bir hale getirdi, neredeyse, “PKK’lılara madalya verilmesini” teklif edecekler.

Uzun sözün kısası, tüm medya organları ile internetteki sosyal medya mecralarından, yaygın bir şekilde, her ne kadar BOP kapsamında, İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye gelmesi söz konusu ediliyor olsa da, bu ihtimal bana (en azından, yakın bir zaman içinde) pek “olabilir” gibi gelmiyor. İsrail’in Arz-ı Mev’ud’a ulaşması yolunda, Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleştirilmesi gereken operasyonların, İsrail adına, Kürtlere yaptırılmaya çalışılması, çok daha kuvvetli bir ihtimal olarak görünüyor…

____________

(*) https://tr.wikipedia.org/wiki/500._Y%C4%B1l_Vakf%C4%B1

---------------------

16 Haziran 2025

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.