İnsanların, yaratılışları sebebiyle, korktukları birini ya da bir şeyi sevmeleri mümkün değildir. Herhangi biriyle ya da şeyle ilgili olarak, “korku” ve “sevgi” birlikte var olamaz; korkuyorsa sevmez ve nefret eder, seviyorsa da korkmaz! Bu cümleden devam edecek olursak, Allah’ı “korkulacak bir ilah” olarak kabul eden insanlar, yüce yaratıcı olan Tanrı’yı hem korkup hem de sevemezler. Ne var ki, cehaletin din halin getirildiği toplumlarda “rahman (merhametli) ve rahîm (bağışlayıcı)” olan Allah, “insanların en çok korkmaları gereken” bir varlık olarak tasvir edilir ve anlatılır.
Hanefî-Maturidî anlayışında Tanrı, korkulacak değil, varlığına ve gücüne “inanılacak” ve “sevilecek” yüce bir varlıktır. Korkulacak şey Tanrı’nın kendisi değil, dinen yapılması gerekenleri yapmadığımız ve/veya yapılmaması gerekenleri yaptığımız için, Kıyamet günü hesaba çekileceğimiz, yani “yargılanacak” olmamızdır.
Konumuz din olmadığı halde, yazıya bu şekilde giriş yapmamızın sebebi, “korkunun, nefretin kaynağı” olduğunu anlatma arzusudur. İnsanlar, doğal olarak korktukları herkesten ve her şeyden, tehdidin yakın ya da uzak ve ağır ya da hafif olması ölçüsünde nefret ederler. İşte bu nedenledir ki, ülkelerini baskı ve korku ile yöneten idareciler, belli bir süre toplumu tepkisiz bir konumda tutabilseler de bu sürede, insanların içlerindeki nefret ve öfke tehlikeli bir şekilde artar ve nihayet, incir çekirdeğini doldurmayacak derecede küçük, sudan bir sebeple patlar! Patladığında ise halk, bendini yıkan sel misali, önüne geleni siler-süpürür. 1989 yılında, Romanya’da Nikolay Çavuşesku’yu deviren (ve kurşuna dizen) halk ayaklanmasıdır.
SON DÖNEMİN BİLİNEN KORKU KRALLARININ SONLARI
1965’ten 1989’a kadar, tam 24 yıl fiilen ülkeyi yöneten ve pek çok zulümler ve katliamlar yaparak, halkı korkuyla baskı altında tutan Çavuşesku tarafından, ülkedeki Macar azınlığından Papaz László Tőkés’in, “etnik nefreti körüklediği” iddiasıyla evinden alınmasına yönelik resmi destekli girişim, Temeşvar şehrindeki gösterileri tetikledi. Macar azınlık cemaati üyeleri, Papaz Tőkés’i desteklediklerini göstermek için evinin etrafını sardılar. Neticede iş büyüdü ve polisin göstericiler üzerine ateş açması ile olaylar kontrolden çıktı ve bir anda ülke cehenneme döndü. Elbette bu sosyal patlama (başta Çavuşesku olmak üzere), o gün Romanya’da hiç kimsenin beklediği bir olay değildi; ama, meydana geldi…
25 yıllık korkuya dayalı siyasi yönetim, bu süre içerisinde, halkın içinde biriken nefretin ve öfkenin hesabını yapamamıştı. Dünyada, yakın tarihte meydana gelen benzer olaylar hiç de az değildir. 1979 yılında İran şahı Muhammed Rızâ Pehlevî’nin, 2006’da Irak’ta Saddam Hüseyin’in, 2011’de Libya’da Muammer Kaddafi’nin ve geçen yıl Suriye’de Beşar Esad’ın başlarına gelenler, aslında aynı senaryonun farklı reji yorumlarından başka bir şey değildir. Bu adlarını saydığımız korku kralları, ülkelerinin yönetiminde kaldıkları süre boyunca, yaptıkları zulümlerle, kendi halklarını kendilerine düşman ettiler ve ABD öncülüğündeki batılı güçler de o ülkelerin halklarının içinde biriken öfke ve nefreti kullanarak, kendi emellerini gerçekleştirdiler.
Halkta öfke ve nefret patlaması ortaya çıktığında, işin sonunun nereye varacağını önceden kestirmek imkansızdır. Sözünü ettiğimiz örneklere bakıldığında, halkta, toplumsal patlamaya sebep olacak seviyelerde öfke ve nefret, ortalama 20-25 yıl gibi sürelerde birikiyor… Bu gibi durumların ortak sonucu ise, ülkelerin yıkımıdır. Ülke yöneticilerine karşı bu gibi sosyal patlamaların yaşandığı ülkelerin toparlanmaları, maalesef çoğu zaman mümkün olmuyor. İktidar koltuklarını korumak için halklarına her türlü baskıyı ve zulmü reva görenler, eninde sonunda, insanların içlerinde biriken şiddetli nefretle ve öfkeyle karşı karşıya gelirler.
ÜLKE OLARAK, GİDİŞATIMIZIN İYİ OLDUĞU SÖYLENEBİLİR Mİ?
Türkiye’de, AK Parti’nin iktidara gelmesi ile başlayan “siyasal düzen değişimi süreci” iyi incelendiğinde, gerek devletin teşkilat yapısı ve gerekse toplum düzeni bakımından işlerin hiç de iyi gitmediği gayet açıktır. Halkın, her geçen gün hoşnutsuzluğunu arttırmakta olan bu gidişat, halkı hoşnut edecek uygulamalarla yön değiştirmediği taktirde, yakın gelecekte Türkiye’de hiç de iyi şeylerin yaşanmayacağını söylemek için, kâhin olmaya gerek yok.
Bugün itibarı ile gazeteler, televizyonlar ve radyolar gibi, ülkedeki konvansiyonel medya organları ile internetteki sosyal medya mecralarının %98’ini doğrudan kontrolü altında bulunduran iktidarın, evrensel bir insan hakkı olan, ülkede ve dünyada gündelik olarak meydana gelmekte olan gelişmelerden, “zamanında, doğru ve yeterli düzeyde” haberdar olma hakkını, ciddi düzeylerde engellemekte olduğu inkar edilemez. İktidar yanlısı medya organları ve mecraları tarafından sürdürülen ve sadece iktidarın lehine olan, çoğu zaman, doğru ve yeterli olduğu şüpheli yayın ve paylaşım bombardımanları ile, Türkiye’de kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması taammüden engellenmektedir.
Son birkaç yıldır giderek dozu artmakta olan muhalif gazeteci ve siyasetçi tutuklamalarının, halkın çok büyük bir kesimi tarafından tasvip edilmediği, çeşitli kamuoyu araştırma şirketlerinin çalışmaları ile ortaya konduğu halde, iktidar burnunun dikine yoluna devam ediyor. İşte bu noktada, hem Türkiye ve hem de iktidar mensupları için tehlike çanlarının çalmaya başlaması, kimseye sürpriz olmamalıdır.
HAKSIZLIKLARA KARŞI HALKIN TEPKİLERİ GÖRMEZDEN Mİ GELİNİYOR?
“Cumhurbaşkanına tehdit” suçlaması ile 21 Haziran 2025 günü gözaltına alınan ve ertesi gün tutuklanan gazeteci Fatih Altaylı’nın youtube’daki kanalını izleyen kitledeki artış, aslında çok şey anlatıyor. Gözaltına alınmadan önce “Fatih Altaylı Yorumluyor” başlığı altında haftada 5 gün yapılan video yayınları, ortalama 500 bin kişi tarafından izleniyorken, tutuklandıktan sonra başlatılan, “Fatih Altaylı Yorumlayamıyor: Silivri Günlüğü” başlıklı video yayınlarını izleyenlerin sayısının iki katına çıkmış olması, aslında görmek isteyenlere çok şey anlatıyor. Benzer bir toplumsal tepkiyi, 2021 ve 2024 yıllarındaki Köfteci Yusuf’a karşı girişilen komplo günlerinde de yaşamıştık. İlkinde İçişleri Bakanlığı, ikincisinde Ticaret Bakanlığı kullanılarak başlatılan komplo girişimleri sebebiyle, halk Köfteci Yusuf restoranlarına akın etmiş ve içeride masaların boşalmasını bekleyen insanlar kapı önlerinde, uzun kuyruklar oluşturmuştu. Her iki girişime karşı halkın etkili tepkilerini gören komplocular sessizce köşelerine çekilmek zorunda kalmışlardı.
Sadece Fatih Altaylı değil, şu anda hapiste olan yüzü aşkın gazeteciye yöneltilen suçlamaların, halk tarafından onaylanmadığı, iddianamelere konulan hususların ise, hukuk sistemimizdeki suç tanımlarına uymadığı, herkes tarafından biliniyor. Kolluk kuvvetlerinin ve yargının, iktidar tarafından muhalif kesimlere karşı kullanılması, yaygın bir korku etkisi yaratıyor ki, bu çok tehlikelidir. Devlet gücü ve imkanları kullanılarak, halkın yüreğine oturtulan korku, insanlarda iktidara karşı nefreti ve öfkeyi besleyecektir ki, böyle bir durumun geri dönüşü, neredeyse imkansızdır.
Bu tehlikeyi görmek için, ille de allâme olmaya gerek yoktur. Komplo günlerinde Köfteci Yusuf restoranlarının önünde oluşan kuyruklar ve şimdi de Fatih Altaylı’nın boş koltuk görseli ile yayınlanan videolarının izlenme sayısındaki iki katı aşan artış, aslında, aklî melekeleri yerinde olanlara çok şey anlatıyor. Ama, ne yazıktır ki, halk şimdilik “uyarı” mahiyetindeki kontrollü tepkisini açıkça ortaya koyduğu halde, iktidar ve güç sahipleri, bu uyarıları doğru bir şekilde analiz etmek yerine, kullandıkları şiddeti arttırarak cevap veriyorlar. Korkarım, bu böyle devam edecek ve nihayetinde, sonunun ne olacağı bilinemeyecek bir toplumsal patlama (muhtemelen de planlı bir şekilde) kaçınılmaz hale getirilecek.
TOPLUMSAL TEPKİLER GİDEREK SERTLEŞİYOR
İktidarın, haksızlık ve hukuksuzluk kokan her icraatına karşı halkın gösterdiği reaksiyonların boyutlarının giderek artmakta ve sertleşmekte olması, sadece iktidar cenahı için değil, topyekun ülkemiz için de endişe vericidir. Siyasetçilerin, halkın nabzını iyi tutmaları ve kendilerini halkın nabzına uygun olacak şekilde ayarlamaları gerekiyor. Siyasetçilerin, ellerinde bulundurdukları devlet imkanları ve gücü ile insanlara haksızlık yapmaları mümkün ise de hem doğru değil hem de kin ve nefreti yaygınlaştıracağından son derece tehlikelidir.
Ne var ki, devletin ve toplumun ne olduğunu bilmeyen, entelektüel kapasiteleri yetersiz insanların cirit attıkları Türk siyasetinde, bu tür insanlar, bir de iktidar gücünü ele geçirdiklerinde, o gücün kendilerinde sonsuza kadar kalacağını düşünürler ve hak-hukuk gözetmeden, pervasızca akıllarına eseni yapmaya devam ederler. Nitekim, Erdoğan’ın defalarca Anayasa’yı çiğnediğine, Anayasa Mahkemesi hükümlerine uymadığına ve AK Partili bazı milletvekillerinin, yürürlükteki Anayasa ve kanunlar aleyhine pervasızca konuşmalarına tanık oluyor, bu durum karşısında, milletçe şaşkınlıklar yaşıyoruz.
İktidar, toplum üzerinde belirgin etkileri olan muhalifleri, emniyet ve yargı güçlerini keyfince kullanarak susturduğunda mesele bitecek zannediyor. Halbuki, geçmişte bunun böyle olmadığına ve olamayacağına dair sayısız örnekler var. İnsanlar, görüşlerine itibar ettikleri kişilere yönelik zulümler karşısında asla duyarsız kalmazlar; iktidara karşı, nispeten yumuşak olan muhalefet anlayışları, tutuklamalar nedeniyle hızla nefrete ve öfkeye dönüşür ki bu hem kaçınılamaz hem de son derece tehlikeli bir durumdur. Çünkü, toplumun muhalif kesimleri (somut deliller ortaya konduğunda bile), iktidarın suçladığı kişilerin suçlu olduklarını asla kabul etmezler! Kaldı ki iktidar, tutuklattığı kişilerle ilgili ortaya somut ve geçerli olabilecek delil de koyamıyor!