Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

YÖNETİMLER ÜZERİNDEKİ EN ETKİLİ “DENETİM GÜCÜ” KAMUOYUDUR

İster devlet, ister siyasi parti ya da bir vakıf, meslek kuruluşu, dernek vb. olsun, “tüzel” kişiliğin söz konusu olduğu organize toplumsal yapılarda, “yönetimi belirleme” usulü her ne olursa olsun, yöneticilerin en çok çekindikleri şey “kamuoyu”dur. Yani, kamuoyu (yani, halk ya da üyeler) yöneticilerin üstündeki en güçlü denetleyicidir. Ancak, kamuoyunun (yani, halkın ya da üyelerinin “ortak” kanaatlerinin) doğru ve sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi, ancak “zamanında, yeterli ve doğru” bilgilerin alınabilmesine ve bu şekildeki bilgi akışının istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesine bağlıdır. Halka yönelik en etkili bilgi yayma imkanı ise, medya mecraları ile sağlanabilmektedir. O nedenle, tüm dünyada eskiden basın (matbuat), son yıllarda ise, batı dillerinden alınma “medya (media, médias, medien)” kelimesi ile ifade ettiğimiz faaliyet alanı, en başta evrensel “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olmak üzere, ülkelerin hukuk sistemlerinde de özel yasalarla (Türkiye’de, “212 sayılı yasa”) korunmuştur. Bu yasaların koruması altında medya faaliyeti yürütenlerin, yararlanmakta oldukları özel koruma imkanlarını, amacı dışında kullanmaları ya da istismar etmeleri ise “basın suçları” kapsamında, cezai yaptırımlara bağlanmıştır.   TÜM ÜLKELERİN, MEDYAYI KORUYAN YASALARI VARDIR! Halka yönelik yayın yapmakta olan gazete, radyo, televizyon, internet kanalları vb. medya organlarının, yayınlarında “tarafsız” olmaları, meslekî ahlak (etik) gereğidir. Medya organlarının tarafsızlıklarını olumsuz etkilemesi muhtemel yapılaşmalara karşı yasalar çıkarılmıştır. Basında tekelleşme, tröstleşme vb. gibi, toplumsal manipülasyonları mümkün hale getirecek yapılaşmalara, devletler tarafından izin verilmez. Bunun yanı sıra, “gazeteci” olarak “basın kartı” verilen meslek mensupları, “hem devlete ve iktidara karşı, hem de kendi işverenlerine karşı” özel yasalarla korunmaktadır. Yani, “basın çalışanları”, hemen herkesi kapsayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve 4857 sayılı İş Kanunu dışında, ayrıca 212 sayılı yasayla korunmuşlardır. Biz burada, ucu bucağı olmayan böylesine geniş bir konuda zihin dağınıklığına yol açmamak için, münhasıran devlet yönetimi bağlamında, ülke kamuoyu ile ilgili bazı hususlar üzerinde duracağız. Türk hukuk sistemine göre, yalan söyleyerek, ya da insanları aldatarak çıkar temin etmek” suçtur. Suç teşkil eden bu tür fiillerin bireysel konularla ilgili olanlarının önemli bir kısmı “şikayete bağlı” suçlardır; yani, mağdur taraf şikayetçi olmadığında, özünde yanlış olan fiiller, hukuken “suç” kapsamına alınmaz. Ancak, kamuoyuna kasıtlı yalan bilgi yayarak çıkar temin edilmesi, olayın cereyan ettiği yerin Cumhuriyet Savcıları tarafından re’sen (yani, bir şikayetin yapılması beklenmeden, doğrudan) soruşturma yapılmasını gerektirir. Bu husus, sadece devlet yöneticilerini değil (kişisel ya da grup olarak), özel çıkar elde etmek için kamuoyunu yanıltan herkesi kapsamaktadır.   TOPLUM , “ZAMANINDA, YETERLİ VE DOĞRU BİLGİ ALMA HAKKI”NA SAHİPTİR… Ancak, makam ve mevkii her ne olursa olsun, “kamu görevi” yapmakta olan kişilerin, kendi görevleri ile ilgili olarak, “halka vermeleri gerekli olan” tüm bilgilerin, zamanında verilmesi, yeterli ve doğru olması, önemli bir zorunluluktur. Halka yönelik olarak, gerek zamanı, gerek yeterliliği, gerekse doğruluğu bakımından uygun olmayan açıklama yapılması, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, son derece ciddi bir suçtur. Aynı şekilde, konunun ilgilileri tarafından verilen bilgilerin doğru olmadığını ve halka yalan söylendiğini iddia etmek de ciddi bir sorumluluktur; eğer iddia sahibi iddiasını ispatlamaya davet edilir de ispatlayamazsa, aynı yasal yaptırımlara muhatap edilir. Çok genel anlamı ile tüm dünyada, konuyla ilgili hukuki uygulamalar, aşağı yukarı bu şekildedir. Tabii, hukuk sistemleri aynı ya da benzer olsa da, ülkelerin içinde bulundukları özel ve farklı şartlar ile toplumsal kültür farklılıkları sebebiyle, uygulamalar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Örneğin (İngiltere’de olduğu gibi, bazı ülkelerde trafiğin soldan aktığı göz ardı edilecek olursa), “trafik kuralları” tüm dünyada, birbirinin aynıdır! Ancak, reel durumlara baktığımızda, tüm ülkelerde yasa ve yönetmelikler bakımından birbirlerinin aynı olan trafik sistemi, uygulamada son derece farklılıklar gösterir.   MEDYADA TEKELLEŞMEYE İZİN VERİLEMEZ! Medya sektöründeki kuruluşların, yanlı ve toplumu yanıltıcı yayın yapma gücüne sahip olmamaları ve bu şekildeki yapılaşmaların önlenmesi, kamuoyunun sağlıklı oluşması bakımından hayati önem taşır. Bu açıdan bakıldığında, gelişmiş ülkeler ile Türkiye gibi geri kalmış ülkeler arasında, çok ciddi yapısal ve işlevsel farklılıklar söz konusudur. Gelişmiş ülkelerde toplam medya gücü, mümkün olduğunca, birbirlerine rakip, farklı şirketler arasında dağıtılmıştır. Gelişmiş ülkeler ayrıca, ülke geneline yayın yapmakta olan büyük medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapmakta olan medya kuruluşları için, etkili koruma ve destek sistemleri kurmuşlardır. Yani, eşitlik ilkesi bağlamında olmak üzere, yerel ve bölgesel medya kuruluşlarını koruma amaçlı, ilave yasalar (ya da yasa maddeleri) söz konusudur. Medya sektöründe herhangi bir şirketin, diğerlerine karşı etkili konuma ve hakim güç haline gelmesine asla izin verilmez! Yayın politikaları birbirlerinden farklı olan en az üçten fazla medya grubu olmasına özen gösterilir. Öte yandan, medya kuruluşlarının, devletlerin ve siyasi iktidarların etkilerinden korunması da hayati bir konudur. Bu konuda, hemen tüm devletlerde, sağlam yasal sistemlerin yanı sıra, çok ciddi anayasal kurallar konulmuştur. Ne var ki, geri kalmış ülkelerde bu kuralın işletilmesi, neredeyse imkansızdır.   İDEALİST BİR GİRİŞİM VE HAYAL KIRIKLIĞI!.. 30 yılı aşkın fiili ve profesyonel gazetecilik hayatımın son yıllarında, Türkiye’deki basın rejiminin eksiklerini ve yanlışlarını tespit ve bunların giderilmesi ile basın-iktidar ilişkilerindeki çarpıklıkların engellenmesi konularında, birkaç yılıma mal olan bir çalışma yapmıştım. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, benim bu çalışmamdan haberdar olan bir grup arkadaş, bunu kapsamlı bir rapor haline getirerek Başbakan’a (R.T.Erdoğan’a) sunmamızın yararlı olacağını düşünmüşler. Konuyu, düzenledikleri bir akşam yemeğinde bana açtılar. Ben de, teklifi olumlu karşıladım ve birlikte çalışarak, birkaç ay içinde, kendimizce kapsamlı, ortak bir rapor hazırladık. Temelde, “ulusal düzeyde yayın yapmakta olan güçlü medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapan nispeten daha küçük medya kuruluşlarının güçlendirilerek, sağlıklı bir dengenin kurulması”nı amaçlayan raporu, Başbakana vermek üzere, İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu’ya verdik. Raporu verirken de, kendisine, “Bu rapor asla Nabi Avcı’nın eline geçmemelidir.” diye de sıkı sıkıya tembih ettik. Ne var ki, H.Kansu bizim raporu Başbakan’a verdiğinde, yanında N.Avcı da vardır ve Başbakan, raporun ne ile ilgili olduğunu öğrenir öğrenmez, “İnceleyip bana bilgi verin.” diyerek, raporu ona verir! Ve tabii, endişemizde haklı olduğumuz ortaya çıktı; biz bir daha o raporun arkasını arayabilme imkanı bulamadık, sonunda da vazgeçtik. Kısa bir süre sonra, projesi Nabi Avcı ve ekibi tarafından hazırlanan, meşhur “havuz medyası” oluşturma operasyonları yapıldı. Neticede, Türkiye’de medya sektörü (sözde muhalif görünümlü olanlar da dahil olmak üzere) AK Parti iktidarına hizmet eden “tek yanlı propaganda ve dezenformasyon yapıları”na dönüştürüldü. Sözde radyo ve televizyon yayınlarını denetlemek üzere teşkil edilen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), iktidar tarafından, “medya kuruluşları üzerinde baskı aracı” olarak kullanılıyor.   TÜRK HALKI, HİÇBİR KONUDA, SAĞLIKLI BİLGİ ALMA İMKANINA SAHİP DEĞİLDİR! Bu sistemde artık, halkın, hemen hiçbir konuda “zamanında, yeterli ve doğru” bilgi alma imkanı kalmamıştır! İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve internet kullanımının yaygınlaşması ile ortaya çıkan yeni haberleşme imkanları, gazete, radyo ve televizyon gibi “konvansiyonel” medya organlarına kıyasla, çok daha etkin bir konuma gelmiştir. Konvansiyonel medya organlarında, mesleklerinde uzmanlaşmış sınırlı sayıda insanların uymak zorunda oldukları, toplumsal bilgi paylaşımları hususunda konulmuş olan ilkeler, ölçüler ve kurallar, internet medyası karşısında hiçbir mana taşımamaktadır. Çünkü, elinde telefonu ve/veya bilgisayarı olan herkes, toplumla istediği her şeyi paylaşabilmektedir. Konvansiyonel medyada yayınlanmakta olan bilgilerle ilgili olarak, çok bilinen “5 N (Ne, Nerede, Nasıl, Neden, Ne zaman), 1 K (Kim)” kuralına uyma zorunluluğu vardı. İnternette “sosyal medya” denen mecralarda, gerekli-gereksiz her konuda paylaşım yapan insanlar, hem bu kuralı bilmediklerinden, hem de profesyonel gazeteciler gibi, kendilerini yasal sorumluluk altında görmediklerinden, korkunç derecede dezenformasyon kaynağı ve malzemesi olmaktadırlar. Maalesef, henüz internet ortamında toplumları yanıltıcı bilgi yayanlara karşı etkili olabilecek hiçbir yöntem bulunabilmiş değildir. Halihazırda, ancak “devlet eliyle” yapılmakta olan “ulaşım engeli” ve kimlikleri tespit edilenlerin gözaltına alınması vb. gibi müdahaleler, caydırıcılık bakımından, yeterli olmaktan uzaktır. YouTube kanalları ve haber siteleri ile internet ortamında bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan az sayıdaki gazeteciye karşı, iktidar tarafından ağır baskılar uygulanmakta, pek çoğu ise cezaevlerine atılmaktadır. Maalesef ülkemizde, ortak paydaları “iktidar karşıtlığı” olan bu gazetecilerin haklarını koruyacak ne bir hukuk sistemi ne de başka bir meslekî güç var!   BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMADAN, DİĞER HİÇBİR HAK VE ÖZGÜRLÜKLER DE OLAMAZ! Medya mensuplarını (ve şirketlerini de), başta siyasi iktidar olmak üzere, güçlü yapılara karşı koruyan etkili hukuk sistemi ve meslekî yapılara sahip olmayan ülkelerde, başta insan hakları olmak üzere, adaletten, eşitlikten, özgürlükten ve nihayet “demokrasi”den söz edilemez! Eğer toplum olarak, ülkemizde insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve “demokrasi” istiyorsak; ilk yapmamız gereken şey, “basın özgürlüğü”nü sağlamaktır. Basın özgür olduğunda, halk, diğer özgürlükleri, basından aldığı güçle, kolayca elde edebilecektir. Bunun için de, herkes, başta milletvekilleri olmak üzere, kendi bölgesindeki siyasiler üzerinde toplumsal baskı oluşturmak için çaba sarf etmelidir. Unutmayalım ki, insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi, ülkemize siyasi iktidar, ekonomik güç sahipleri ya da dışarıdan birileri tarafından getirilmeyecek; aksine onlar (kendi çıkarları için), bu hususlarda engelleyici olmak zorundadırlar. O nedenle, gerçekten demokratik bir toplum olmak istiyorsak, bunu biz, kendimiz yapacağız, başka kimse değil! İster devlet, ister siyasi parti ya da bir vakıf, meslek kuruluşu, dernek vb. olsun, “tüzel” kişiliğin söz konusu olduğu organize toplumsal yapılarda, “yönetimi belirleme” usulü her ne olursa olsun, yöneticilerin en çok çekindikleri şey “kamuoyu”dur. Yani, kamuoyu (yani, halk ya da üyeler) yöneticilerin üstündeki en güçlü denetleyicidir. Ancak, kamuoyunun (yani, halkın ya da üyelerinin “ortak” kanaatlerinin) doğru ve sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi, ancak “zamanında, yeterli ve doğru” bilgilerin alınabilmesine ve bu şekildeki bilgi akışının istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesine bağlıdır. Halka yönelik en etkili bilgi yayma imkanı ise, medya mecraları ile sağlanabilmektedir. O nedenle, tüm dünyada eskiden basın (matbuat), son yıllarda ise, batı dillerinden alınma “medya (media, médias, medien)” kelimesi ile ifade ettiğimiz faaliyet alanı, en başta evrensel “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olmak üzere, ülkelerin hukuk sistemlerinde de özel yasalarla (Türkiye’de, “212 sayılı yasa”) korunmuştur. Bu yasaların koruması altında medya faaliyeti yürütenlerin, yararlanmakta oldukları özel koruma imkanlarını, amacı dışında kullanmaları ya da istismar etmeleri ise “basın suçları” kapsamında, cezai yaptırımlara bağlanmıştır.   TÜM ÜLKELERİN, MEDYAYI KORUYAN YASALARI VARDIR! Halka yönelik yayın yapmakta olan gazete, radyo, televizyon, internet kanalları vb. medya organlarının, yayınlarında “tarafsız” olmaları, meslekî ahlak (etik) gereğidir. Medya organlarının tarafsızlıklarını olumsuz etkilemesi muhtemel yapılaşmalara karşı yasalar çıkarılmıştır. Basında tekelleşme, tröstleşme vb. gibi, toplumsal manipülasyonları mümkün hale getirecek yapılaşmalara, devletler tarafından izin verilmez. Bunun yanı sıra, “gazeteci” olarak “basın kartı” verilen meslek mensupları, “hem devlete ve iktidara karşı, hem de kendi işverenlerine karşı” özel yasalarla korunmaktadır. Yani, “basın çalışanları”, hemen herkesi kapsayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve 4857 sayılı İş Kanunu dışında, ayrıca 212 sayılı yasayla korunmuşlardır. Biz burada, ucu bucağı olmayan böylesine geniş bir konuda zihin dağınıklığına yol açmamak için, münhasıran devlet yönetimi bağlamında, ülke kamuoyu ile ilgili bazı hususlar üzerinde duracağız. Türk hukuk sistemine göre, yalan söyleyerek, ya da insanları aldatarak çıkar temin etmek” suçtur. Suç teşkil eden bu tür fiillerin bireysel konularla ilgili olanlarının önemli bir kısmı “şikayete bağlı” suçlardır; yani, mağdur taraf şikayetçi olmadığında, özünde yanlış olan fiiller, hukuken “suç” kapsamına alınmaz. Ancak, kamuoyuna kasıtlı yalan bilgi yayarak çıkar temin edilmesi, olayın cereyan ettiği yerin Cumhuriyet Savcıları tarafından re’sen (yani, bir şikayetin yapılması beklenmeden, doğrudan) soruşturma yapılmasını gerektirir. Bu husus, sadece devlet yöneticilerini değil (kişisel ya da grup olarak), özel çıkar elde etmek için kamuoyunu yanıltan herkesi kapsamaktadır.   TOPLUM , “ZAMANINDA, YETERLİ VE DOĞRU BİLGİ ALMA HAKKI”NA SAHİPTİR… Ancak, makam ve mevkii her ne olursa olsun, “kamu görevi” yapmakta olan kişilerin, kendi görevleri ile ilgili olarak, “halka vermeleri gerekli olan” tüm bilgilerin, zamanında verilmesi, yeterli ve doğru olması, önemli bir zorunluluktur. Halka yönelik olarak, gerek zamanı, gerek yeterliliği, gerekse doğruluğu bakımından uygun olmayan açıklama yapılması, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, son derece ciddi bir suçtur. Aynı şekilde, konunun ilgilileri tarafından verilen bilgilerin doğru olmadığını ve halka yalan söylendiğini iddia etmek de ciddi bir sorumluluktur; eğer iddia sahibi iddiasını ispatlamaya davet edilir de ispatlayamazsa, aynı yasal yaptırımlara muhatap edilir. Çok genel anlamı ile tüm dünyada, konuyla ilgili hukuki uygulamalar, aşağı yukarı bu şekildedir. Tabii, hukuk sistemleri aynı ya da benzer olsa da, ülkelerin içinde bulundukları özel ve farklı şartlar ile toplumsal kültür farklılıkları sebebiyle, uygulamalar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Örneğin (İngiltere’de olduğu gibi, bazı ülkelerde trafiğin soldan aktığı göz ardı edilecek olursa), “trafik kuralları” tüm dünyada, birbirinin aynıdır! Ancak, reel durumlara baktığımızda, tüm ülkelerde yasa ve yönetmelikler bakımından birbirlerinin aynı olan trafik sistemi, uygulamada son derece farklılıklar gösterir.   MEDYADA TEKELLEŞMEYE İZİN VERİLEMEZ! Medya sektöründeki kuruluşların, yanlı ve toplumu yanıltıcı yayın yapma gücüne sahip olmamaları ve bu şekildeki yapılaşmaların önlenmesi, kamuoyunun sağlıklı oluşması bakımından hayati önem taşır. Bu açıdan bakıldığında, gelişmiş ülkeler ile Türkiye gibi geri kalmış ülkeler arasında, çok ciddi yapısal ve işlevsel farklılıklar söz konusudur. Gelişmiş ülkelerde toplam medya gücü, mümkün olduğunca, birbirlerine rakip, farklı şirketler arasında dağıtılmıştır. Gelişmiş ülkeler ayrıca, ülke geneline yayın yapmakta olan büyük medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapmakta olan medya kuruluşları için, etkili koruma ve destek sistemleri kurmuşlardır. Yani, eşitlik ilkesi bağlamında olmak üzere, yerel ve bölgesel medya kuruluşlarını koruma amaçlı, ilave yasalar (ya da yasa maddeleri) söz konusudur. Medya sektöründe herhangi bir şirketin, diğerlerine karşı etkili konuma ve hakim güç haline gelmesine asla izin verilmez! Yayın politikaları birbirlerinden farklı olan en az üçten fazla medya grubu olmasına özen gösterilir. Öte yandan, medya kuruluşlarının, devletlerin ve siyasi iktidarların etkilerinden korunması da hayati bir konudur. Bu konuda, hemen tüm devletlerde, sağlam yasal sistemlerin yanı sıra, çok ciddi anayasal kurallar konulmuştur. Ne var ki, geri kalmış ülkelerde bu kuralın işletilmesi, neredeyse imkansızdır.   İDEALİST BİR GİRİŞİM VE HAYAL KIRIKLIĞI!.. 30 yılı aşkın fiili ve profesyonel gazetecilik hayatımın son yıllarında, Türkiye’deki basın rejiminin eksiklerini ve yanlışlarını tespit ve bunların giderilmesi ile basın-iktidar ilişkilerindeki çarpıklıkların engellenmesi konularında, birkaç yılıma mal olan bir çalışma yapmıştım. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, benim bu çalışmamdan haberdar olan bir grup arkadaş, bunu kapsamlı bir rapor haline getirerek Başbakan’a (R.T.Erdoğan’a) sunmamızın yararlı olacağını düşünmüşler. Konuyu, düzenledikleri bir akşam yemeğinde bana açtılar. Ben de, teklifi olumlu karşıladım ve birlikte çalışarak, birkaç ay içinde, kendimizce kapsamlı, ortak bir rapor hazırladık. Temelde, “ulusal düzeyde yayın yapmakta olan güçlü medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapan nispeten daha küçük medya kuruluşlarının güçlendirilerek, sağlıklı bir dengenin kurulması”nı amaçlayan raporu, Başbakana vermek üzere, İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu’ya verdik. Raporu verirken de, kendisine, “Bu rapor asla Nabi Avcı’nın eline geçmemelidir.” diye de sıkı sıkıya tembih ettik. Ne var ki, H.Kansu bizim raporu Başbakan’a verdiğinde, yanında N.Avcı da vardır ve Başbakan, raporun ne ile ilgili olduğunu öğrenir öğrenmez, “İnceleyip bana bilgi verin.” diyerek, raporu ona verir! Ve tabii, endişemizde haklı olduğumuz ortaya çıktı; biz bir daha o raporun arkasını arayabilme imkanı bulamadık, sonunda da vazgeçtik. Kısa bir süre sonra, projesi Nabi Avcı ve ekibi tarafından hazırlanan, meşhur “havuz medyası” oluşturma operasyonları yapıldı. Neticede, Türkiye’de medya sektörü (sözde muhalif görünümlü olanlar da dahil olmak üzere) AK Parti iktidarına hizmet eden “tek yanlı propaganda ve dezenformasyon yapıları”na dönüştürüldü. Sözde radyo ve televizyon yayınlarını denetlemek üzere teşkil edilen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), iktidar tarafından, “medya kuruluşları üzerinde baskı aracı” olarak kullanılıyor.   TÜRK HALKI, HİÇBİR KONUDA, SAĞLIKLI BİLGİ ALMA İMKANINA SAHİP DEĞİLDİR! Bu sistemde artık, halkın, hemen hiçbir konuda “zamanında, yeterli ve doğru” bilgi alma imkanı kalmamıştır! İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve internet kullanımının yaygınlaşması ile ortaya çıkan yeni haberleşme imkanları, gazete, radyo ve televizyon gibi “konvansiyonel” medya organlarına kıyasla, çok daha etkin bir konuma gelmiştir. Konvansiyonel medya organlarında, mesleklerinde uzmanlaşmış sınırlı sayıda insanların uymak zorunda oldukları, toplumsal bilgi paylaşımları hususunda konulmuş olan ilkeler, ölçüler ve kurallar, internet medyası karşısında hiçbir mana taşımamaktadır. Çünkü, elinde telefonu ve/veya bilgisayarı olan herkes, toplumla istediği her şeyi paylaşabilmektedir. Konvansiyonel medyada yayınlanmakta olan bilgilerle ilgili olarak, çok bilinen “5 N (Ne, Nerede, Nasıl, Neden, Ne zaman), 1 K (Kim)” kuralına uyma zorunluluğu vardı. İnternette “sosyal medya” denen mecralarda, gerekli-gereksiz her konuda paylaşım yapan insanlar, hem bu kuralı bilmediklerinden, hem de profesyonel gazeteciler gibi, kendilerini yasal sorumluluk altında görmediklerinden, korkunç derecede dezenformasyon kaynağı ve malzemesi olmaktadırlar. Maalesef, henüz internet ortamında toplumları yanıltıcı bilgi yayanlara karşı etkili olabilecek hiçbir yöntem bulunabilmiş değildir. Halihazırda, ancak “devlet eliyle” yapılmakta olan “ulaşım engeli” ve kimlikleri tespit edilenlerin gözaltına alınması vb. gibi müdahaleler, caydırıcılık bakımından, yeterli olmaktan uzaktır. YouTube kanalları ve haber siteleri ile internet ortamında bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan az sayıdaki gazeteciye karşı, iktidar tarafından ağır baskılar uygulanmakta, pek çoğu ise cezaevlerine atılmaktadır. Maalesef ülkemizde, ortak paydaları “iktidar karşıtlığı” olan bu gazetecilerin haklarını koruyacak ne bir hukuk sistemi ne de başka bir meslekî güç var!   BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMADAN, DİĞER HİÇBİR HAK VE ÖZGÜRLÜKLER DE OLAMAZ! Medya mensuplarını (ve şirketlerini de), başta siyasi iktidar olmak üzere, güçlü yapılara karşı koruyan etkili hukuk sistemi ve meslekî yapılara sahip olmayan ülkelerde, başta insan hakları olmak üzere, adaletten, eşitlikten, özgürlükten ve nihayet “demokrasi”den söz edilemez! Eğer toplum olarak, ülkemizde insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve “demokrasi” istiyorsak; ilk yapmamız gereken şey, “basın özgürlüğü”nü sağlamaktır. Basın özgür olduğunda, halk, diğer özgürlükleri, basından aldığı güçle, kolayca elde edebilecektir. Bunun için de, herkes, başta milletvekilleri olmak üzere, kendi bölgesindeki siyasiler üzerinde toplumsal baskı oluşturmak için çaba sarf etmelidir. Unutmayalım ki, insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi, ülkemize siyasi iktidar, ekonomik güç sahipleri ya da dışarıdan birileri tarafından getirilmeyecek; aksine onlar (kendi çıkarları için), bu hususlarda engelleyici olmak zorundadırlar. O nedenle, gerçekten demokratik bir toplum olmak istiyorsak, bunu biz, kendimiz yapacağız, başka kimse değil!
Ekleme Tarihi: 11 Aralık 2023 - Pazartesi

YÖNETİMLER ÜZERİNDEKİ EN ETKİLİ “DENETİM GÜCÜ” KAMUOYUDUR

İster devlet, ister siyasi parti ya da bir vakıf, meslek kuruluşu, dernek vb. olsun, “tüzel” kişiliğin söz konusu olduğu organize toplumsal yapılarda, “yönetimi belirleme” usulü her ne olursa olsun, yöneticilerin en çok çekindikleri şey “kamuoyu”dur. Yani, kamuoyu (yani, halk ya da üyeler) yöneticilerin üstündeki en güçlü denetleyicidir.

Ancak, kamuoyunun (yani, halkın ya da üyelerinin “ortak” kanaatlerinin) doğru ve sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi, ancak “zamanında, yeterli ve doğru” bilgilerin alınabilmesine ve bu şekildeki bilgi akışının istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesine bağlıdır. Halka yönelik en etkili bilgi yayma imkanı ise, medya mecraları ile sağlanabilmektedir. O nedenle, tüm dünyada eskiden basın (matbuat), son yıllarda ise, batı dillerinden alınma “medya (media, médias, medien)” kelimesi ile ifade ettiğimiz faaliyet alanı, en başta evrensel “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olmak üzere, ülkelerin hukuk sistemlerinde de özel yasalarla (Türkiye’de, “212 sayılı yasa”) korunmuştur. Bu yasaların koruması altında medya faaliyeti yürütenlerin, yararlanmakta oldukları özel koruma imkanlarını, amacı dışında kullanmaları ya da istismar etmeleri ise “basın suçları” kapsamında, cezai yaptırımlara bağlanmıştır.

 

TÜM ÜLKELERİN, MEDYAYI KORUYAN YASALARI VARDIR!

Halka yönelik yayın yapmakta olan gazete, radyo, televizyon, internet kanalları vb. medya organlarının, yayınlarında “tarafsız” olmaları, meslekî ahlak (etik) gereğidir. Medya organlarının tarafsızlıklarını olumsuz etkilemesi muhtemel yapılaşmalara karşı yasalar çıkarılmıştır. Basında tekelleşme, tröstleşme vb. gibi, toplumsal manipülasyonları mümkün hale getirecek yapılaşmalara, devletler tarafından izin verilmez. Bunun yanı sıra, “gazeteci” olarak “basın kartı” verilen meslek mensupları, “hem devlete ve iktidara karşı, hem de kendi işverenlerine karşı” özel yasalarla korunmaktadır. Yani, “basın çalışanları”, hemen herkesi kapsayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve 4857 sayılı İş Kanunu dışında, ayrıca 212 sayılı yasayla korunmuşlardır.

Biz burada, ucu bucağı olmayan böylesine geniş bir konuda zihin dağınıklığına yol açmamak için, münhasıran devlet yönetimi bağlamında, ülke kamuoyu ile ilgili bazı hususlar üzerinde duracağız. Türk hukuk sistemine göre, yalan söyleyerek, ya da insanları aldatarak çıkar temin etmek” suçtur. Suç teşkil eden bu tür fiillerin bireysel konularla ilgili olanlarının önemli bir kısmı “şikayete bağlı” suçlardır; yani, mağdur taraf şikayetçi olmadığında, özünde yanlış olan fiiller, hukuken “suç” kapsamına alınmaz. Ancak, kamuoyuna kasıtlı yalan bilgi yayarak çıkar temin edilmesi, olayın cereyan ettiği yerin Cumhuriyet Savcıları tarafından re’sen (yani, bir şikayetin yapılması beklenmeden, doğrudan) soruşturma yapılmasını gerektirir. Bu husus, sadece devlet yöneticilerini değil (kişisel ya da grup olarak), özel çıkar elde etmek için kamuoyunu yanıltan herkesi kapsamaktadır.

 

TOPLUM , “ZAMANINDA, YETERLİ VE DOĞRU BİLGİ ALMA HAKKI”NA SAHİPTİR…

Ancak, makam ve mevkii her ne olursa olsun, “kamu görevi” yapmakta olan kişilerin, kendi görevleri ile ilgili olarak, “halka vermeleri gerekli olan” tüm bilgilerin, zamanında verilmesi, yeterli ve doğru olması, önemli bir zorunluluktur. Halka yönelik olarak, gerek zamanı, gerek yeterliliği, gerekse doğruluğu bakımından uygun olmayan açıklama yapılması, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, son derece ciddi bir suçtur. Aynı şekilde, konunun ilgilileri tarafından verilen bilgilerin doğru olmadığını ve halka yalan söylendiğini iddia etmek de ciddi bir sorumluluktur; eğer iddia sahibi iddiasını ispatlamaya davet edilir de ispatlayamazsa, aynı yasal yaptırımlara muhatap edilir.

Çok genel anlamı ile tüm dünyada, konuyla ilgili hukuki uygulamalar, aşağı yukarı bu şekildedir. Tabii, hukuk sistemleri aynı ya da benzer olsa da, ülkelerin içinde bulundukları özel ve farklı şartlar ile toplumsal kültür farklılıkları sebebiyle, uygulamalar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Örneğin (İngiltere’de olduğu gibi, bazı ülkelerde trafiğin soldan aktığı göz ardı edilecek olursa), “trafik kuralları” tüm dünyada, birbirinin aynıdır! Ancak, reel durumlara baktığımızda, tüm ülkelerde yasa ve yönetmelikler bakımından birbirlerinin aynı olan trafik sistemi, uygulamada son derece farklılıklar gösterir.

 

MEDYADA TEKELLEŞMEYE İZİN VERİLEMEZ!

Medya sektöründeki kuruluşların, yanlı ve toplumu yanıltıcı yayın yapma gücüne sahip olmamaları ve bu şekildeki yapılaşmaların önlenmesi, kamuoyunun sağlıklı oluşması bakımından hayati önem taşır. Bu açıdan bakıldığında, gelişmiş ülkeler ile Türkiye gibi geri kalmış ülkeler arasında, çok ciddi yapısal ve işlevsel farklılıklar söz konusudur. Gelişmiş ülkelerde toplam medya gücü, mümkün olduğunca, birbirlerine rakip, farklı şirketler arasında dağıtılmıştır. Gelişmiş ülkeler ayrıca, ülke geneline yayın yapmakta olan büyük medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapmakta olan medya kuruluşları için, etkili koruma ve destek sistemleri kurmuşlardır. Yani, eşitlik ilkesi bağlamında olmak üzere, yerel ve bölgesel medya kuruluşlarını koruma amaçlı, ilave yasalar (ya da yasa maddeleri) söz konusudur.

Medya sektöründe herhangi bir şirketin, diğerlerine karşı etkili konuma ve hakim güç haline gelmesine asla izin verilmez! Yayın politikaları birbirlerinden farklı olan en az üçten fazla medya grubu olmasına özen gösterilir. Öte yandan, medya kuruluşlarının, devletlerin ve siyasi iktidarların etkilerinden korunması da hayati bir konudur. Bu konuda, hemen tüm devletlerde, sağlam yasal sistemlerin yanı sıra, çok ciddi anayasal kurallar konulmuştur. Ne var ki, geri kalmış ülkelerde bu kuralın işletilmesi, neredeyse imkansızdır.

 

İDEALİST BİR GİRİŞİM VE HAYAL KIRIKLIĞI!..

30 yılı aşkın fiili ve profesyonel gazetecilik hayatımın son yıllarında, Türkiye’deki basın rejiminin eksiklerini ve yanlışlarını tespit ve bunların giderilmesi ile basın-iktidar ilişkilerindeki çarpıklıkların engellenmesi konularında, birkaç yılıma mal olan bir çalışma yapmıştım. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, benim bu çalışmamdan haberdar olan bir grup arkadaş, bunu kapsamlı bir rapor haline getirerek Başbakan’a (R.T.Erdoğan’a) sunmamızın yararlı olacağını düşünmüşler. Konuyu, düzenledikleri bir akşam yemeğinde bana açtılar. Ben de, teklifi olumlu karşıladım ve birlikte çalışarak, birkaç ay içinde, kendimizce kapsamlı, ortak bir rapor hazırladık.

Temelde, “ulusal düzeyde yayın yapmakta olan güçlü medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapan nispeten daha küçük medya kuruluşlarının güçlendirilerek, sağlıklı bir dengenin kurulması”nı amaçlayan raporu, Başbakana vermek üzere, İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu’ya verdik. Raporu verirken de, kendisine, “Bu rapor asla Nabi Avcı’nın eline geçmemelidir.” diye de sıkı sıkıya tembih ettik. Ne var ki, H.Kansu bizim raporu Başbakan’a verdiğinde, yanında N.Avcı da vardır ve Başbakan, raporun ne ile ilgili olduğunu öğrenir öğrenmez, “İnceleyip bana bilgi verin.” diyerek, raporu ona verir! Ve tabii, endişemizde haklı olduğumuz ortaya çıktı; biz bir daha o raporun arkasını arayabilme imkanı bulamadık, sonunda da vazgeçtik. Kısa bir süre sonra, projesi Nabi Avcı ve ekibi tarafından hazırlanan, meşhur “havuz medyası” oluşturma operasyonları yapıldı. Neticede, Türkiye’de medya sektörü (sözde muhalif görünümlü olanlar da dahil olmak üzere) AK Parti iktidarına hizmet eden “tek yanlı propaganda ve dezenformasyon yapıları”na dönüştürüldü. Sözde radyo ve televizyon yayınlarını denetlemek üzere teşkil edilen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), iktidar tarafından, “medya kuruluşları üzerinde baskı aracı” olarak kullanılıyor.

 

TÜRK HALKI, HİÇBİR KONUDA, SAĞLIKLI BİLGİ ALMA İMKANINA SAHİP DEĞİLDİR!

Bu sistemde artık, halkın, hemen hiçbir konuda “zamanında, yeterli ve doğru” bilgi alma imkanı kalmamıştır! İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve internet kullanımının yaygınlaşması ile ortaya çıkan yeni haberleşme imkanları, gazete, radyo ve televizyon gibi “konvansiyonel” medya organlarına kıyasla, çok daha etkin bir konuma gelmiştir. Konvansiyonel medya organlarında, mesleklerinde uzmanlaşmış sınırlı sayıda insanların uymak zorunda oldukları, toplumsal bilgi paylaşımları hususunda konulmuş olan ilkeler, ölçüler ve kurallar, internet medyası karşısında hiçbir mana taşımamaktadır. Çünkü, elinde telefonu ve/veya bilgisayarı olan herkes, toplumla istediği her şeyi paylaşabilmektedir.

Konvansiyonel medyada yayınlanmakta olan bilgilerle ilgili olarak, çok bilinen “5 N (Ne, Nerede, Nasıl, Neden, Ne zaman), 1 K (Kim)” kuralına uyma zorunluluğu vardı. İnternette “sosyal medya” denen mecralarda, gerekli-gereksiz her konuda paylaşım yapan insanlar, hem bu kuralı bilmediklerinden, hem de profesyonel gazeteciler gibi, kendilerini yasal sorumluluk altında görmediklerinden, korkunç derecede dezenformasyon kaynağı ve malzemesi olmaktadırlar.

Maalesef, henüz internet ortamında toplumları yanıltıcı bilgi yayanlara karşı etkili olabilecek hiçbir yöntem bulunabilmiş değildir. Halihazırda, ancak “devlet eliyle” yapılmakta olan “ulaşım engeli” ve kimlikleri tespit edilenlerin gözaltına alınması vb. gibi müdahaleler, caydırıcılık bakımından, yeterli olmaktan uzaktır. YouTube kanalları ve haber siteleri ile internet ortamında bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan az sayıdaki gazeteciye karşı, iktidar tarafından ağır baskılar uygulanmakta, pek çoğu ise cezaevlerine atılmaktadır. Maalesef ülkemizde, ortak paydaları “iktidar karşıtlığı” olan bu gazetecilerin haklarını koruyacak ne bir hukuk sistemi ne de başka bir meslekî güç var!

 

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMADAN, DİĞER HİÇBİR HAK VE ÖZGÜRLÜKLER DE OLAMAZ!

Medya mensuplarını (ve şirketlerini de), başta siyasi iktidar olmak üzere, güçlü yapılara karşı koruyan etkili hukuk sistemi ve meslekî yapılara sahip olmayan ülkelerde, başta insan hakları olmak üzere, adaletten, eşitlikten, özgürlükten ve nihayet “demokrasi”den söz edilemez! Eğer toplum olarak, ülkemizde insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve “demokrasi” istiyorsak; ilk yapmamız gereken şey, “basın özgürlüğü”nü sağlamaktır. Basın özgür olduğunda, halk, diğer özgürlükleri, basından aldığı güçle, kolayca elde edebilecektir.

Bunun için de, herkes, başta milletvekilleri olmak üzere, kendi bölgesindeki siyasiler üzerinde toplumsal baskı oluşturmak için çaba sarf etmelidir. Unutmayalım ki, insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi, ülkemize siyasi iktidar, ekonomik güç sahipleri ya da dışarıdan birileri tarafından getirilmeyecek; aksine onlar (kendi çıkarları için), bu hususlarda engelleyici olmak zorundadırlar. O nedenle, gerçekten demokratik bir toplum olmak istiyorsak, bunu biz, kendimiz yapacağız, başka kimse değil!

İster devlet, ister siyasi parti ya da bir vakıf, meslek kuruluşu, dernek vb. olsun, “tüzel” kişiliğin söz konusu olduğu organize toplumsal yapılarda, “yönetimi belirleme” usulü her ne olursa olsun, yöneticilerin en çok çekindikleri şey “kamuoyu”dur. Yani, kamuoyu (yani, halk ya da üyeler) yöneticilerin üstündeki en güçlü denetleyicidir.

Ancak, kamuoyunun (yani, halkın ya da üyelerinin “ortak” kanaatlerinin) doğru ve sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi, ancak “zamanında, yeterli ve doğru” bilgilerin alınabilmesine ve bu şekildeki bilgi akışının istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesine bağlıdır. Halka yönelik en etkili bilgi yayma imkanı ise, medya mecraları ile sağlanabilmektedir. O nedenle, tüm dünyada eskiden basın (matbuat), son yıllarda ise, batı dillerinden alınma “medya (media, médias, medien)” kelimesi ile ifade ettiğimiz faaliyet alanı, en başta evrensel “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olmak üzere, ülkelerin hukuk sistemlerinde de özel yasalarla (Türkiye’de, “212 sayılı yasa”) korunmuştur. Bu yasaların koruması altında medya faaliyeti yürütenlerin, yararlanmakta oldukları özel koruma imkanlarını, amacı dışında kullanmaları ya da istismar etmeleri ise “basın suçları” kapsamında, cezai yaptırımlara bağlanmıştır.

 

TÜM ÜLKELERİN, MEDYAYI KORUYAN YASALARI VARDIR!

Halka yönelik yayın yapmakta olan gazete, radyo, televizyon, internet kanalları vb. medya organlarının, yayınlarında “tarafsız” olmaları, meslekî ahlak (etik) gereğidir. Medya organlarının tarafsızlıklarını olumsuz etkilemesi muhtemel yapılaşmalara karşı yasalar çıkarılmıştır. Basında tekelleşme, tröstleşme vb. gibi, toplumsal manipülasyonları mümkün hale getirecek yapılaşmalara, devletler tarafından izin verilmez. Bunun yanı sıra, “gazeteci” olarak “basın kartı” verilen meslek mensupları, “hem devlete ve iktidara karşı, hem de kendi işverenlerine karşı” özel yasalarla korunmaktadır. Yani, “basın çalışanları”, hemen herkesi kapsayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve 4857 sayılı İş Kanunu dışında, ayrıca 212 sayılı yasayla korunmuşlardır.

Biz burada, ucu bucağı olmayan böylesine geniş bir konuda zihin dağınıklığına yol açmamak için, münhasıran devlet yönetimi bağlamında, ülke kamuoyu ile ilgili bazı hususlar üzerinde duracağız. Türk hukuk sistemine göre, yalan söyleyerek, ya da insanları aldatarak çıkar temin etmek” suçtur. Suç teşkil eden bu tür fiillerin bireysel konularla ilgili olanlarının önemli bir kısmı “şikayete bağlı” suçlardır; yani, mağdur taraf şikayetçi olmadığında, özünde yanlış olan fiiller, hukuken “suç” kapsamına alınmaz. Ancak, kamuoyuna kasıtlı yalan bilgi yayarak çıkar temin edilmesi, olayın cereyan ettiği yerin Cumhuriyet Savcıları tarafından re’sen (yani, bir şikayetin yapılması beklenmeden, doğrudan) soruşturma yapılmasını gerektirir. Bu husus, sadece devlet yöneticilerini değil (kişisel ya da grup olarak), özel çıkar elde etmek için kamuoyunu yanıltan herkesi kapsamaktadır.

 

TOPLUM , “ZAMANINDA, YETERLİ VE DOĞRU BİLGİ ALMA HAKKI”NA SAHİPTİR…

Ancak, makam ve mevkii her ne olursa olsun, “kamu görevi” yapmakta olan kişilerin, kendi görevleri ile ilgili olarak, “halka vermeleri gerekli olan” tüm bilgilerin, zamanında verilmesi, yeterli ve doğru olması, önemli bir zorunluluktur. Halka yönelik olarak, gerek zamanı, gerek yeterliliği, gerekse doğruluğu bakımından uygun olmayan açıklama yapılması, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, son derece ciddi bir suçtur. Aynı şekilde, konunun ilgilileri tarafından verilen bilgilerin doğru olmadığını ve halka yalan söylendiğini iddia etmek de ciddi bir sorumluluktur; eğer iddia sahibi iddiasını ispatlamaya davet edilir de ispatlayamazsa, aynı yasal yaptırımlara muhatap edilir.

Çok genel anlamı ile tüm dünyada, konuyla ilgili hukuki uygulamalar, aşağı yukarı bu şekildedir. Tabii, hukuk sistemleri aynı ya da benzer olsa da, ülkelerin içinde bulundukları özel ve farklı şartlar ile toplumsal kültür farklılıkları sebebiyle, uygulamalar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Örneğin (İngiltere’de olduğu gibi, bazı ülkelerde trafiğin soldan aktığı göz ardı edilecek olursa), “trafik kuralları” tüm dünyada, birbirinin aynıdır! Ancak, reel durumlara baktığımızda, tüm ülkelerde yasa ve yönetmelikler bakımından birbirlerinin aynı olan trafik sistemi, uygulamada son derece farklılıklar gösterir.

 

MEDYADA TEKELLEŞMEYE İZİN VERİLEMEZ!

Medya sektöründeki kuruluşların, yanlı ve toplumu yanıltıcı yayın yapma gücüne sahip olmamaları ve bu şekildeki yapılaşmaların önlenmesi, kamuoyunun sağlıklı oluşması bakımından hayati önem taşır. Bu açıdan bakıldığında, gelişmiş ülkeler ile Türkiye gibi geri kalmış ülkeler arasında, çok ciddi yapısal ve işlevsel farklılıklar söz konusudur. Gelişmiş ülkelerde toplam medya gücü, mümkün olduğunca, birbirlerine rakip, farklı şirketler arasında dağıtılmıştır. Gelişmiş ülkeler ayrıca, ülke geneline yayın yapmakta olan büyük medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapmakta olan medya kuruluşları için, etkili koruma ve destek sistemleri kurmuşlardır. Yani, eşitlik ilkesi bağlamında olmak üzere, yerel ve bölgesel medya kuruluşlarını koruma amaçlı, ilave yasalar (ya da yasa maddeleri) söz konusudur.

Medya sektöründe herhangi bir şirketin, diğerlerine karşı etkili konuma ve hakim güç haline gelmesine asla izin verilmez! Yayın politikaları birbirlerinden farklı olan en az üçten fazla medya grubu olmasına özen gösterilir. Öte yandan, medya kuruluşlarının, devletlerin ve siyasi iktidarların etkilerinden korunması da hayati bir konudur. Bu konuda, hemen tüm devletlerde, sağlam yasal sistemlerin yanı sıra, çok ciddi anayasal kurallar konulmuştur. Ne var ki, geri kalmış ülkelerde bu kuralın işletilmesi, neredeyse imkansızdır.

 

İDEALİST BİR GİRİŞİM VE HAYAL KIRIKLIĞI!..

30 yılı aşkın fiili ve profesyonel gazetecilik hayatımın son yıllarında, Türkiye’deki basın rejiminin eksiklerini ve yanlışlarını tespit ve bunların giderilmesi ile basın-iktidar ilişkilerindeki çarpıklıkların engellenmesi konularında, birkaç yılıma mal olan bir çalışma yapmıştım. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, benim bu çalışmamdan haberdar olan bir grup arkadaş, bunu kapsamlı bir rapor haline getirerek Başbakan’a (R.T.Erdoğan’a) sunmamızın yararlı olacağını düşünmüşler. Konuyu, düzenledikleri bir akşam yemeğinde bana açtılar. Ben de, teklifi olumlu karşıladım ve birlikte çalışarak, birkaç ay içinde, kendimizce kapsamlı, ortak bir rapor hazırladık.

Temelde, “ulusal düzeyde yayın yapmakta olan güçlü medya kuruluşlarına karşı, yerel ve bölgesel yayın yapan nispeten daha küçük medya kuruluşlarının güçlendirilerek, sağlıklı bir dengenin kurulması”nı amaçlayan raporu, Başbakana vermek üzere, İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu’ya verdik. Raporu verirken de, kendisine, “Bu rapor asla Nabi Avcı’nın eline geçmemelidir.” diye de sıkı sıkıya tembih ettik. Ne var ki, H.Kansu bizim raporu Başbakan’a verdiğinde, yanında N.Avcı da vardır ve Başbakan, raporun ne ile ilgili olduğunu öğrenir öğrenmez, “İnceleyip bana bilgi verin.” diyerek, raporu ona verir! Ve tabii, endişemizde haklı olduğumuz ortaya çıktı; biz bir daha o raporun arkasını arayabilme imkanı bulamadık, sonunda da vazgeçtik. Kısa bir süre sonra, projesi Nabi Avcı ve ekibi tarafından hazırlanan, meşhur “havuz medyası” oluşturma operasyonları yapıldı. Neticede, Türkiye’de medya sektörü (sözde muhalif görünümlü olanlar da dahil olmak üzere) AK Parti iktidarına hizmet eden “tek yanlı propaganda ve dezenformasyon yapıları”na dönüştürüldü. Sözde radyo ve televizyon yayınlarını denetlemek üzere teşkil edilen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), iktidar tarafından, “medya kuruluşları üzerinde baskı aracı” olarak kullanılıyor.

 

TÜRK HALKI, HİÇBİR KONUDA, SAĞLIKLI BİLGİ ALMA İMKANINA SAHİP DEĞİLDİR!

Bu sistemde artık, halkın, hemen hiçbir konuda “zamanında, yeterli ve doğru” bilgi alma imkanı kalmamıştır! İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve internet kullanımının yaygınlaşması ile ortaya çıkan yeni haberleşme imkanları, gazete, radyo ve televizyon gibi “konvansiyonel” medya organlarına kıyasla, çok daha etkin bir konuma gelmiştir. Konvansiyonel medya organlarında, mesleklerinde uzmanlaşmış sınırlı sayıda insanların uymak zorunda oldukları, toplumsal bilgi paylaşımları hususunda konulmuş olan ilkeler, ölçüler ve kurallar, internet medyası karşısında hiçbir mana taşımamaktadır. Çünkü, elinde telefonu ve/veya bilgisayarı olan herkes, toplumla istediği her şeyi paylaşabilmektedir.

Konvansiyonel medyada yayınlanmakta olan bilgilerle ilgili olarak, çok bilinen “5 N (Ne, Nerede, Nasıl, Neden, Ne zaman), 1 K (Kim)” kuralına uyma zorunluluğu vardı. İnternette “sosyal medya” denen mecralarda, gerekli-gereksiz her konuda paylaşım yapan insanlar, hem bu kuralı bilmediklerinden, hem de profesyonel gazeteciler gibi, kendilerini yasal sorumluluk altında görmediklerinden, korkunç derecede dezenformasyon kaynağı ve malzemesi olmaktadırlar.

Maalesef, henüz internet ortamında toplumları yanıltıcı bilgi yayanlara karşı etkili olabilecek hiçbir yöntem bulunabilmiş değildir. Halihazırda, ancak “devlet eliyle” yapılmakta olan “ulaşım engeli” ve kimlikleri tespit edilenlerin gözaltına alınması vb. gibi müdahaleler, caydırıcılık bakımından, yeterli olmaktan uzaktır. YouTube kanalları ve haber siteleri ile internet ortamında bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan az sayıdaki gazeteciye karşı, iktidar tarafından ağır baskılar uygulanmakta, pek çoğu ise cezaevlerine atılmaktadır. Maalesef ülkemizde, ortak paydaları “iktidar karşıtlığı” olan bu gazetecilerin haklarını koruyacak ne bir hukuk sistemi ne de başka bir meslekî güç var!

 

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMADAN, DİĞER HİÇBİR HAK VE ÖZGÜRLÜKLER DE OLAMAZ!

Medya mensuplarını (ve şirketlerini de), başta siyasi iktidar olmak üzere, güçlü yapılara karşı koruyan etkili hukuk sistemi ve meslekî yapılara sahip olmayan ülkelerde, başta insan hakları olmak üzere, adaletten, eşitlikten, özgürlükten ve nihayet “demokrasi”den söz edilemez! Eğer toplum olarak, ülkemizde insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve “demokrasi” istiyorsak; ilk yapmamız gereken şey, “basın özgürlüğü”nü sağlamaktır. Basın özgür olduğunda, halk, diğer özgürlükleri, basından aldığı güçle, kolayca elde edebilecektir.

Bunun için de, herkes, başta milletvekilleri olmak üzere, kendi bölgesindeki siyasiler üzerinde toplumsal baskı oluşturmak için çaba sarf etmelidir. Unutmayalım ki, insan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi, ülkemize siyasi iktidar, ekonomik güç sahipleri ya da dışarıdan birileri tarafından getirilmeyecek; aksine onlar (kendi çıkarları için), bu hususlarda engelleyici olmak zorundadırlar. O nedenle, gerçekten demokratik bir toplum olmak istiyorsak, bunu biz, kendimiz yapacağız, başka kimse değil!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.