5. yüzyılın sonlarından 15. yüzyılın sonlarına kadar bin yılı aşkın süre yaşanan tarihi dönem, tarihçiler tarafından “Orta Çağ” olarak adlandırılır. Orta Çağ, aynı zamanda, Ortadoğu’da ve Avrupa’daki belli başlı ülkelerin, “Hıristiyan ve İslam teokrasileri”ne dayalı dikta rejimleri ile yönetildiği, ulusların “kitlesel cehalet” içinde yaşadıkları, insanlığın en karanlık tarih kesitidir. O karanlık dönem, 15. yüzyıl sonlarında, ilk olarak İtalya’da başlayan ve 16. yüzyıla kadar tüm Avrupa’yı etkisi altına alan Rönesans aydınlanmasıyla sona erdirilmiştir.
16. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ve Katolik Kilisesi’nin, tüm Avrupa toplumları ve siyasi iktidarları üzerindeki otoritesini zayıflatan ve zamanla kilise otoritesinin tamamen ortadan kalkmasına yol açan “reform” hareketleri ile Toplumsal Aydınlanma süreci, günümüz Batı Medeniyeti’ni ortaya çıkarmıştır. Reform hareketlerinin en bilinen olayı, Almanya’da, Martin Luther adlı bir papazın, 31 Ekim 1517’de Wittenberg Kalesi Kilisesi’nin kapısına (kiliselerin en önemli gelir kaynağı olan), “Endüljans (affedilme)” sertifikalarına karşı fikirlerini içeren, 95 maddeden oluşan bir bildiri asmasıdır. Bu olayla başlayan Protestan Reformu, hızla önce Almanya’nın her tarafına ve sonra da tüm Avrupa’ya yayıldı. Başlangıçta Katolik Kilisesi’ne karşı ortaya çıkan reform hareketleri, zaman içinde, Ortodoks Kilisesi’nin hakim olduğu ülkelerde de etkili olmuştur.
Avrupa ülkelerindeki “Toplumsal Aydınlanma” sürecini, bilimsel ve teknolojik gelişmeler takip etmiş ve 18. yüzyıl ortalarından itibaren, toplumsal üretim kültürünü nitelik ve nicelik bakımından tamamen değiştiren “sanayi devrimi” meydana gelmiştir. Maalesef, benzer bir süreç, İslam ülkelerinde ortaya çıkmamış, Müslümanlar açısından Ortaçağ karanlığı bugüne kadar devam etmiştir.
Sanayi Devrimi, Avrupa ülkelerini her bakımdan değiştirmiş, toplumsal, ekonomik ve siyasi güçlerini arttırmıştır. Böylece, bilinen insanlık tarihi boyunca süregelen doğu-batı mücadelesinde üstünlük, 16. yüzyıl sonlarından itibaren, batılı ülkelere geçmeye başlamıştır. Tüm doğu adına Avrupa ülkelerine karşı mücadele eden Osmanlı Devleti’nde ise,17. yüzyıl sonlarından itibaren, önce “duraklama” ve 18. yüzyıl sonlarından itibaren de “gerileme” dönemleri yaşanmıştır. Osmanlı Devleti, 1683 yılında teşebbüs ettiği II. Viyana Kuşatması’nın yenilgi ile sonuçlanmasından, 1921 yılında yaşanan Sakarya Meydan Savaşı (ve Zaferi)’na kadar, 238 yıl boyunca Avrupa ülkeleri ile giriştiği tüm savaşlardan yenilgi ile çıkmıştır.
OSMANLI DÖNEMİNDE KAÇIRILAN ÇAĞDAŞ UYGARLIK TRENİ
Osmanlı yöneticileri ve aydınları (ile günümüz tüm sözde Müslüman ülkeleri de), Avrupa ülkelerinin güç kaynağının “toplumsal aydınlanma-bilimsel ve teknolojik gelişme-sanayi devrimi” zinciri olduğunu, yaklaşık 350 yıldır kavrayamamışlardır. 19. yüzyıl başlarına kadar, kendi devletlerinden söz ederken “Devlet-i Âliyye (pek yüce, pek şerefli ve pek yüksek devlet)” ve “Devlet-i Âli Osman (pek yüce, pek şerefli ve pek yüksek Osmanlı Devleti)” tabirlerini kullanan Osmanlı yöneticileri ve aydınları, 1800’lü yılların başlarından itibaren, Almanya, Fransa ve İngiltere için, “Düvel-i Muazzama (En büyük devletler)” tabirini kullanmaya başlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nde ilk yenileşme hareketleri, padişah III. Selim döneminde (1789-1807) başlatılmak istenmişse de başarılı olunamamıştır. III. Selim’den sonra (aradaki bir yıllık IV. Mustafa dönemini saymayacak olursak) Osmanlı tahtına oturan padişah II. Mahmut döneminde (1808-1839), yenileşme adına, devlet eliyle oldukça etkili adımlar atılmıştır. II. Mahmut’tan sonra padişah olan I. Abdülmecid döneminde (1839-1861) “Tanzimat (03 Kasım 1839)” ve “Islahat (18 Şubat 1856)” fermanları ile devam eden yenileşme hareketleri maalesef, arzu edilen ve beklenen sonuçları vermemiştir. Neticede, Osmanlı Devleti gerilemeye devam etmiş ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzaladığı Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ve Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) ile tamamen çökmüştür.
Yukarıdaki kısa hatırlatmalardan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti, Avrupa ülkeleri karşısında güçsüz durumdan kurtulmak için başlattığı, “devlet mekanizmasını güçlendirme” çabalarında, “nitelikli askeri personel (subay) yetiştirme”nin ötesinde başarılı olamamıştır. Bu arada, devleti yöneten kadrolar tarafından başlatılan yenileşme çabalarının, toplumsal bakımdan hiçbir karşılığının olmadığını da belirtmek gerekiyor.
OSMANLI DEVLETİ’NDE ECNEBÎ MEKTEPLERİ
Osmanlı Devleti’nde yabancı okulların (Ecnebî Mektepleri) açılmasını sağlayan asıl etken, 1535 yılında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566), Fransa ile imzalanan dostluk anlaşmasıyla verilen kapitülasyonlar olmakla birlikte, ilk yabancı okul, padişah III. Murad döneminde (1574-1595) açılmıştır (Saint Benoit Koleji-1583). Daha sonraki birkaç yüzyıl boyunca başka yabancı okulun açılmadığı Osmanlı ülkesinde, 19. yüzyılda, “sadece Hıristiyan tebaanın çocuklarını okutmak şartı” ile, ardı ardına yabancı okullar açılmaya başlanmış ve bunların sayıları, kısa zamanda 392 gibi, müthiş bir sayıya ulaşmıştır. Yabancı okulların 284’ü II. Abdülhamit’ten önce, 108’i ise, onun döneminde açılmıştır. Böylece, Hıristiyan tebaa çocukları düzenli eğitim imkanına kavuşurken, devlet tarafından, Türk ve Müslüman çocuklarına böyle bir imkan sağlanmamıştır.
Bu yabancı okullarda okuyan Hıristiyan tebaa çocukları (1789 Fransız İhtilali’nden sonra yayılan siyasi fikirlerin de etkisi ile), kendi etnik milliyetçi kadroları olarak ortaya çıkmışlardır ki, o dönemde, Osmanlı ülkesinde Türkler, “Etrak-ı bî-idrak (idraksız, aptal Türkler)” denilerek aşağılan bir toplum kesimini teşkil ediyorlardı. Aynı dönemde, Araplar “kavm-i necip”, Ermeniler “millet-i sâdıka” vb. nitelemelerle yüceltilirken, sadece Türkler aşağılanmaktaydılar. Neticede, 19. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan azınlıklar tarafından başlatılan etnik isyanların liderleri, işte o yabancı okullarda yetiştirilmiş olan gençlerdi ki, onların yaşıtları olan Müslüman Türk çocukları, okuma-yazma bile bilmiyorlardı.
TOPLUMU TEPEDEN AYDINLATMA GİRİŞİMLERİ BAŞARILI OLMUYOR!
En başta Türkler, Araplar ve Farslar olmak üzere, pek çoğu Müslüman olan doğulu toplumlar, bugüne kadar kendi rönesanslarını başlatamamış, kendi reformlarını yapamamış, teokratik siyasi rejimlerle yönetilen ülkelerde yaşamaktadırlar. Yaklaşık bin yıldır evrensel bilime ve teknolojiye kayda değer katkı sağlayamayan bu toplumlardan, Afganistan’da ve Türkiye’de yaşanan aydınlanma girişimlerine baktığımızda, her iki girişimin de, 100 yıl gibi kısa bir zaman içinde, başarısızlıkla sonuçlandıkları görülür.
Bu iki örnek, bölgelerindeki diğer toplumlara kıyasla, hayli ilerlemiş olan bir toplumun, nasıl yüzyıllarca geriye gideceğinin en önemli örnekleridir. Emanullah Han döneminde (1919-1929), son derece modern bir ülke olan Afganistan, kadınlara 1919 yılında seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir ülke iken, bugün o ileri düzeyden eser yoktur(*). Bugün Afganistan devletine ve toplumuna bakıldığında, geçmişte o ülkede modern bir dönemin yaşandığını düşünmeye imkan yoktur. Devlet ve toplum yapıları bakımından bugün Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyor gibidir.
Toplumun hemen her kesiminin, oldukça geniş desteği sağlanarak 2002’de iktidara getirilen AK Parti, 23 yıl içinde, resmi olarak hâlen yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile, güçlerini ve yetkilerini bu anayasadan alan yüksek yargı organlarının kararlarını bile tanımadığını, açıkça ilan ediyor. İşlerine gelmediğinde de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi, yüksek yargı kurumlarının kararlarını dahi uygulamıyor. İşin en vahim tarafı ise, bu ülkede, devletin hukuk sistemi karşısında sürekli sergilenmekte olan akıl almaz pervasızlıklara “dur” diyecek, herhangi bir mercinin de bulunmamasıdır!
AYDINLANMA TALEBİ TABANDAN GELMİYOR!
Toplumsal aydınlanma süreçlerinin ortaya çıkmadığı doğu toplumlarından Afganistan ve Türkiye’de, devleti yönetenler tarafından tepeden başlatılan aydınlanma girişimleri, görünüşte başarılı olsalar da, halklar tarafından içselleştirilmediklerinden, devleti yönetenler karar değiştirdiklerinde, toplum da kendi eski haline dönüş yapıyor ki, Türkiye’de toplumsal anlamda son 20 yıldır yaşanan süreci, bir açıdan böyle değerlendirmek mümkündür. Türk toplumu, Cumhuriyet sayesinde elde edilmiş olan çağdaş değerlere ve standartlara sahip çıkmıyor. Türk insanı, tıpkı yüz yıl önce son derece modern bir toplum olan Afganistan halkını 1995’ten itibaren geriye götüren sürece benzer bir dönem yaşıyor ve bu durumun, sanki hiç kimse farkında değil gibi…
Maalesef, talep tabandan (yani halktan) gelmediği sürece, devletin tepesindeki aydın kadrolar tarafından, jakobence yöntemlerle başlatılan aydınlanma girişimleri, toplumlar tarafından özümsenmiyor ve kabullenilmiyor. Aydınlanma girişimlerini başlatan güç ortadan kalktığında, toplum hızla eski haline rücu ediyor. Bu açıdan bakıldığında, Atatürk ve arkadaşlarının, insanüstü gayretlerle başlattıkları aydınlanma süreci 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile duraklamış ve müteakip yıllarda hızını tamamen yitirmiştir. 2002’den bu yana ise, Türkiye’de açık bir şekilde “toplumsal gerileme” süreci yaşanmaktadır.
“NEGATİF ALGI OPERASYONLARI”, İNSANLARI ESİR ALMIŞ!
En kötüsü de, ülkenin topyekûn olarak geriye gidişi kimsenin umurunda değildir. Medya organları, internetteki sosyal medya mecraları ve devletin tüm imkanları kullanılarak, devlet eliyle yürütülmekte olan “negatif algı operasyonları” sebebiyle halk, ülkenin nereye sürüklenmekte olduğunu algılayamıyor. Kendisini, içinde yaşadığı toplumu, ülkeyi ve dünyayı ilgilendiren güncel gelişmelerle ilgili olarak, “zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma hakkı” elinden alınmış olan insanlar, hiçbir konuda derinlemesine düşünemiyor, sorgulayamıyor ve analiz yapamıyor. İnsanlar sadece, kurgulanan algı operasyonu istikametinde şuursuz davranışlardan öteye, herhangi bir inisiyatife sahip bulunmuyor.
Türk halkı bu durumdan kurtulamadığı sürece, gelecekle ilgili iyimser ve ümitli olmak imkansızdır; ama ne yazık ki insanlar, gidişatın zerre farkında olamıyorlar.
______________
(*) https://x.com/etkiliihhaberr/status/1874038821500969326